Sabit Fikir Dergisi İçin Söyleşi

Destan Sayılır’ın ilk sayfalarında, şiir kitaplarında alışık olmadığımız bir yazı var. Okuru önemsediğinizi gösteren bir metin. Bir röportajınızda da edebiyat üretiminde insana yaslanmanın önemine vurgu yapıyorsunuz. Farklı türlerde yazan bir edebiyatçı olarak yazmaya başladığınız ilk günden bugüne, okur yazar ilişkiniz nasıl değişti? Genel anlamda kitaba, okumaya verilen kıymet azaldı mı?

Sanırım bizim Yaz Tarifesi’nden sonra tüm şiir kitaplarımın başına böyle bir önsöz ekledim. Zamanında ustamız Attilâ İlhan da kitapların arkasına Meraklısı İçin Notlar diye bir bölüm koyar, şiirle yaşamın ilgisini diri tutmaya çalışırdı. En azından yapmak istediği şeyi genç aklımla böyle değerlendirirdim.

Okurla ilişkim zaman içinde arttı diyebilirim, iyileşti. Benim yazarlığım, biraz da kendi okurunu yetiştiren, yetiştiren derken oluşturan anlamına söylüyorum bunu, kendine okur biriktiren, yavaş yavaş çalışan bir zanaatkârın yazarlığıdır. Gittikçe birikiyoruz birbirimizde uzak akrabalarımla. Uzak akrabalarım gözüyle bakıyorum onlara. Cervantes’ten ödünç alarak deneme kitaplarımda aylak okur desem de onlar benim hep okurum kalıyor, müşteri olmuyorlar hiç. Malum, okur başka şey, müşteri başka!

Kitaba, okumaya verilen kıymet azaldı tabii. Azalmadı diyemem. Ama bu da güzel. Diyalektik bir süreç. Madem ki azalıyor, çoğalacak demektir değil mi? En azından bunu beklemek hakkımız.

-Kitapta, zaman üzerine sıkça düşündüğünüzü görüyoruz: altın tekerlek dönüyor, örümcek hep yerinde, zamana sıkışmış limon ağaçları, köftecinin camlarında ince yazı, zar atan çocuk zaman, “gibi” adlı şiir, Adam Yayınları’nın kapakları, hâlâ… Üstelik, “incirin sütü boğuşmada karasıyla”. “sedasız işlenmiş gümüş hediye” olan saten dokulu zamanda aradığınız, bulduğunuz nedir?

Adam Yayınları’nın kapaklarını siz de hatırlıyor musunuz, ne güzel yahu! Üstelik zamanla ilgili tespitiniz! Dikkat etmenize çok sevindim sevgili İlker. Çünkü nicedir zaman üzerine bir deneme kitabı yazmak istiyorum. Bazı yazıları çoktan hazırdı. Fakat araya bir sürü başka şeyler girip duruyor. Hayat izin vermiyor her şeyden önce. Tabii o da sırasını bekliyordur sanırım…

Zaman üzerine düşündüklerimden geriye kalanların bir kısmı saptadığınız üzerine Destan Sayılır’da görünüyor, doğru. Aslında yazarken fark etmemişim. Şiir biraz öyledir, fark edilmez yazarken. Sonra anlaşılır. Gerçi adı Destan Sayılır olan bir kitapta zaman üzerine biraz fazla bir şey olması, destan denen formun biraz da geniş zamanlı bir form olmasından kaynaklanıyor. Destan, anın değil, geniş zamanındır.

Üstelik ben de sizin saptamanıza ek yapayım. Kitabın sunusu ve son sözünü de kim olduğu biraz meçhul (!) bir Âşık Zamanî yapıyor, fark etmişsinizdir belki.

Zamanda ne mi aradım. Zamanda Herakleitos’tan Hacı Bektaş-ı Veli’ye dek herkesin söylediğini aradım herhalde: Kendimi. Zamanda, kayboldum demek ki.

-“Metin üretenler çoğaldığı için şiir yazmak zorlaştı” diyorsunuz bir konuşmada. 70’ler ile 80’ler şiiri arasındaki keskin ayrıma dikkat çekiyorsunuz devamında. Bu ayrımın ayrıntıları nelerdir? Türk şiirinde son yıllarda korkunç bir üretim söz konusu. Bu kalabalık şiiri nasıl etkileyecektir?

Yetmişlerde şiirin henüz hâlâ hayatla kurduğu yakın bir ilgi vardı. 12 Eylül sonrası sanatımızda bile bunu gözlemlemek mümkündür. Ahmet Erhan’ın Kenar Mahallede Bir Pazar Günü, bugün yeniden yazılamıyor, yeniden yazılması gerekmez belki ama ardılı gelip çıkmıyor. Oysa kenar mahalleler de durmakta, pazar günleri de… Bu kabul edilebilir bir şey değildir.

Aynı şeyi öykümüz için de söyledim başka bir röportajda, iki milyon çocuk işçiye bugün bir tane Orhan Kemal düşmüyor. Bu bir kopuştur. Metin üretiliyor, dilin ve kurgunun sınırları zorlanıyor falan, herkes yoksulları yazdığını iddia ediyor evet, çok güzel. Fakat o yoksullar onları neden okumuyor acaba?

Kenar mahalledeki pazar günlerine söz düşüremeyen edebiyat, bunun artık sadece propagandasını yapıyor. Belki artık onu bile yapmıyor. Etnikçilik, cinsiyetçilik, STK’cılık. Başka bir şey bulmak çok zor. Belki ancak yoksulların sesi olduğunu falan sanıyor olabilirler.

Metin deniyor, tekst deniyor, hayat denmiyor. Şiir, hayatın büyük damarlarından çoktan çekildi. Geri gelecektir. Fakat bugün kimse yeniden bir şiiri okuduğu için artık yeni şeyler keşfetmiyor. Oysa Turgut Uyar, tavrım bir şeyi bulup coşmaktır demişti. Her şey çok teknik, herkes kurgu, dil ustası ama kimse kolay kolay edebiyatla coşmuyor. Simplex sigillum veri der Latinler, sadelik, hakikatin mührüdür. Bunca yalın hakikatlere bizi taşıyan edebiyat gerilerde kaldı. Dönecektir.

Bu “üretim”, dediğiniz gibi korkunç, fason. Ama cidden korkunç. Tolstoy, gerçek bir yazar, kalemini mürekkep şişesine batırdığında orada etinden bir parçayı da bırakmış olur diyordu. Parçayı bırakalım, kalem bile kalmadı, şişeyse kırık!

Destan Sayılır’ın ikinci bölümündeki şiirlerde anılar imgeyle sarılıyor. “hepimiz anın kesiğini taşırız içimizde”. Tarihin farklı dönemlerinden isimlerle de dizeler arasında sıkça rastlaşıyoruz. Tabiatın güzelliği ve aşk kadim şiirle akraba bir görüntü veriyor. Modern zamanların insana ve şiire etkisi nedir?

Destan Sayılır’ın genel kapsamı bir destan gibi çatılmıştır. Modern zamanlar bizim yüce destanlarımızı elimizden aldı. Artık bir Bamsı Beyrek yazılamaz. Artık bir Hektor yok, Odysseus olmayacak bir daha. Tahta atlar, bilgisayar virüsü oldu. Benzer tınıların kitabımda farklı şiirlerde duyulma sebebi, bugünkü hayatlarımızın kırık dökük halini, belki bir bütün destana dönüştürme çabasından, tüm şiirler birleşse bir destan eder belki diye…

Bugün hepimiz bir kahraman bekliyoruz, bir mafya babasından bile bekliyoruz bunu üstelik. Kendi destanımız yok artık. Onu oldurmaya çalıştım.

Kadim şiirle akraba benzetmeniz çok yerinde. Şiiri ben hep o kadim olanda aradım. Şiir, kadim şiir dediğiniz şeyin kendisiyle akrabadır. Modern zamanlar onu değiştiremiyor. Form değişir belki ve fakat maya aynı mayadır. Kalır. Hakikatin mührüdür.

-Şiirler bize, güneş altında oturup hayatımız ve hayallerimiz arasında geçirdiğimiz uzun saatleri anımsatıyor. Yorgun kalkıyoruz buradan. Destan Sayılır’ın hikâyesi nedir?

Tam da böyle olsun istemiştim. Her zaman okurun da benim kadar yorulmasını, yaşadığımı yaşamasını isterim. Çektiğim eziyeti o da çeksin. Derdim kimseye fazladan iş çıkartmak değil, yanlış anlaşılmasın. Dünya yükünü paylaşmak. Taşıdığım yükü ona da göstermek. Bak, senle buluşamadığımız arada bunlar, bunlar, bunlar oldu demek. “Üretilen metinler”, sadece zihin yorar, bir oyundur geçer gider. Ama kadim şiirin ırmağında kalmaya çalışan kelimeler, ruhta da ağırlık bırakır. İstedim ki o ağırlık duyulsun. Hem duyulmazsa şiir ne işe yarar.

Destan Sayılır’da yukarıda da söz ettiğim gibi gündelik hayatlarımızın artık bir destana yakışmadığını anlatmak istedim. Yakışmadığını doğru olmadı, yaraşmadığını demek daha doğru. Bizim artık bir destanımızın olması zor. Hayatlarımız, kahramanlıklar, birliktelikler, isyanlar küçüldü. Bir yerinde diyorum ya kitabın, isyanlarımızı okul çocukları gelecekte esneyerek okuyacak.

Bu ülkenin meclisi gazidir, daha bunun romanı bile yazılmadı. Hayatımızı destan kılacak şevki kaybettik. Yahya Kemal, bir tel kopunca ahengin tümden biteceğini söylemişti. O ahengi bir yerde yapıştırmaya çalıştım ki tümden çukura yuvarlanmayalım. Bunlar da destan sayılsın, belki sonrası gelir diyerek.

-Geçtiğimiz ay okurlarımız için kitap listeleri yayınlamıştık. “Dünyada geçirdiğimiz zaman sayılı. Okuyacağımız kitap sayısı belli” diyen biri olarak keskin bir seçkinciliği öneriyorsunuz. Türk edebiyatından mutlaka okunmalı dediğiniz eserler hangileri? Son dönemde dikkatinizi çeken kitaplar oldu mu?

Bir kere kendine Türkçe edebiyat diyenleri okuyamıyorum, onu baştan söyleyeyim. Türkçeleri bozuk oluyor çoğunun.

Bizim büyük Türk edebiyatımızın muazzam eserleri var. Oğuz Atay ile Tanpınar’ı zaten söylemeyeceğim. Onları herkes söylüyor. Hatta nicedir onlardan başka kimse yokmuş gibi davranılıyor edebiyatımızda. Bu arada Tanpınar’ı da çok severim, o ayrı. Ama bunca söylenmesi, bende doğru anlaşılmadığı korkusunu uyandırıyor. Nitekim üstadın Narmanlı Yurdu’ndaki evinin yerinde bugün ruj satılan bir dükkân var. Tanpınar’ı anladığını düşünen bir toplumda, ortalığın karışması lazımdı. Ama bizde ses çıkmıyor. Gerçi bizim edebiyatımızda nicedir zaten ne için ses çıkıyor, o da ayrı bir konu.

Sonra Yakup Kadri’nin Panorama’sı, Halide Edip’in Handan’ı (ki Handan bu yıl 100 yaşına bastı, bu da kimsenin umurunda değil sanırım), Selim İleri’nin Yarın Yapayalnız’ı, Memduh Şevket’in Vassaf Bey’i, Füruzan’ın tüm öyküleri, Leylâ Erbil’in yazdığı her şey, Kemal Tahir’in Esir Şehir Üçlemesi, Orhan Kemal’in eşsiz Murtaza’sı, Sait Faik’in tüm öyküleri, Nâzım’ın tüm şiirleri şu an bir çırpıda, ilk aklıma gelenler. Böyle listelerden çok korkarım, söylediklerimiz, her zaman unuttuklarımızı aşar.

Son döneme gelince, kendi edebiyat gündemim yüzünden son birkaç yılı yeterince detaylı takip edemedim. Ama Post Öykü’de, Öykü Gazetesi’nde, çok güzel öykülere, “metinlere” değil, denk geliyorum. Bu da benim kusurum olsun. Nasıl yapayım, her şeye yetişilemiyor ki!

-Yakın tarihin de içinde yer aldığı bir roman çalıştığınızı biliyoruz. Detayları nelerdir? Masanızda başka neler var?

Adı şimdilik Kılıçların Gecesi olan bir roman yazıyorum. Bir üçlemenin ilk cildi olmasını planlıyorum. Adını da ilk kez burada açıklamış oldum. Bir Ergenekon üçlemesi olacak.

Biliyorsunuz Türklerin bu coğrafyaya geliş destanı, hain bir ABD taşeronu tarafından yapay bir örgütün adına dönüştürüldü ülkemizde. Ergenekon, bizim destanımızdı, destanlardan da konuştuk ya, ama bugün bir örgüt adı olarak anılıyor. Başarılı bir Amerika prodüksiyonu. İsmet Özel, çok önce fark etmiş, Amerikalı olmadım, hiç olmayacağım demişti. O prodüksiyonun da içinde olduğu bir roman yazıyorum.

Ergenekon duruşmalarıyla, 2007- 2008 sürecinde başlayan, 15 Temmuz’da biten. En azından niyetim bu. Az önce söylediğim gibi kimse yazmıyor demekle, ahkam kesmekle, şikâyet etmekle olmaz, oturup yazacaksın değil mi!

Bunun yanında az önce andığım, zaman kavramıyla ilgili denemeler var. Örümcek diye bir şiir dizisi üzerinde çalışıyorum sonra. Sonra cumhuriyetimizin yüzüncü yılıyla ilgili bir projem var. Yanı sıra edebiyatımızda eleştiri kültürünün şöyle iyice bir sağlamlaşabilmesi için önümüzdeki süreçte bazı genç arkadaşlarla kimi sürprizler yapmamız da mümkün. Durumlar böyle… Bizde iş bitmez!

Bu nefis röportaj için çok teşekkür ederim. Sabit Fikir okurlarına selam!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir