Alışamadım; pahalı eşya kullanamam. Ayakkabı boyatmaktan da hoşlanmadım hiç. Nedir öyle, lord gibi; bir ayağını büküp sandığa koyarsın, ötekinde haşmet; ellerin de belinde olsa tam Hamlet! Kralları sevmem zaten, uşakları olur; bizlerin dostları var. Hiç tanımadığım birinin, ekmek için karşımda eğilmesi gücüme gider. Belki bundandır, kahveleri mesken tutmuş boyacılar işe girişmeden önce ayakkabıyı alıp terlik verir; giyip beklersin. Gidecek kahvem yok hanidir. Oysa hâlâ tenha Boğaz semtlerinde, sokak aralarında göz kırparlar.
Çok eskiden bayram sabahları, cami çıkışı, babamla Karaköy’deki taş fırından börek alır, çay içmek için Feriköy’e, mezarlığın yakınındaki kahveye giderdik; babamı, o mezarlığa bıraktığımdan beri gitmiyorum. Camiyle, kiliseyle, havrayla da ilişik keseli yıllar var. Gezmek, sesleri duymak için arada belki, o kadar. Okuma evi anlamına gelen kıraathane zamanla kahve olmuş dilimizde. Kahve bugün kitapla ilişkilendirilse de kimse pek bir şey okumuyor kıraathanelerde.
Alışamadım. Yakınımda kürk giyen varsa hemen kaçarım; pahalı saat takmak ya da nice insanın altı ayda kazanabildiği paraya satılan telefonlar beni utandırır. Lokantada rahat otururken doğrulurum garson gelince. Sinemada sonu hüzünlüyse filmin saklanırım, göstermem gözlerimi. Herhangi bir kuyruğa biri kaynak yapacaksa sessiz kalmak gelmez elimden. Alışverişte para üstü saymak zor gelir; karşımdakine sahtekâr muamelesi yaptığımı düşünürüm. Oysa hep sayılmıştır benim verdiğim para üstleri.
Eskiden sevdiğimde, sevilmeyi de beklerdim. Yaş aldık, zaman aktı, şimdi sevmek yetiyor. Bir dergide şiirimin yayımlanması heyecanlıydı, yazmak da yetebiliyor artık, yazmasam da oluyor çoğu zaman artık; edebiyata kimsenin bunca ihtiyaç duymadığı, edebiyatın ihtiyaç olmadığı bu ortamda önemli mi hem! Sakal bırakmak isterdim, vazgeçtim; çok çıkınca yüzüme batıyor. Televizyon izlemeyi severdim, hatta babam renkli televizyon aldığında heyecanlanmıştım, kaç yıl var yüzüne bakmıyorum. Sessiz sedasız gecelerde yelkene dolan rüzgârı özlüyorum. Yaz geceleri denizi. Mehtabın gümüşten çiçeğini, su içen karıncaları, kedilerden çok köpekleri, gemilerde uyanmayı, tendeki tuzu, kekik kokusunu, kitaplığımı… Sonra yanımda olsa da kızımı, sevgilimi özlüyorum hep. Özlemim sanadır, diyordu Edip Cansever, varsın yağsın, daha yağsın, diyordu.
Bir yaşam acemisiyim. Böyle tanımlıyorum benim gibileri: Yaşam acemisi. Acemiliğimiz, çocukluktan besleniyor. Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu’nun başında, Martialis’ten alıntıladığım cümle: “Dürüst bir insan, her zaman acemidir.” Söylenmeyenler, şikâyet etmeyenler, hayatın üstüne yürüyenler diyorum bize; kimi gazeteleri okuduktan sonra ellerini yıkayanlar, sözde vicdanlıların vicdansızlığını görmüşler, başkaları adına utananlar… Anlamadan konuşmak yerine konuşmadan anlamayı deneyenler. Gelgelelim içerde, derin yerde bilirim ne kesikler var. Anlarım gülüşlerimiz neyi gizler. Zaten biz yaşam acemileri, neyi varsa derinde saklar; şarkıyı, şiiri sever; bir romanda şehir adı, bir şarkı, isim görünce düşer peşine.
Unutmamak için anıları kayıt düşeriz güzellikleri. İspanyolca recordar hatırlamak, Latincesi recordis, kalbi delip geçmek. O anılarda, daha önce de yazdım, yine yazıyorum, Ahmet Erhan var. 2003’e giriyorduk, yirmi yıl olmuş, yılbaşıydı, mesaj göndermişti: “Geçen, yıllar olsun” yazmıştı; dostluklar, arkadaşlıklar, sevgiler geçmesindi esas, yıllar neydi ki diyesiydi. Şairler öyledir; demez, demeye getirirler. Erhan’ın, Taksim’deki evinin balkonunda çektirdiği fotoğrafı anımsıyorum, ne güzel gülmüştü. Dostlarımın fotoğraflarını unutmam, dostlarımı. Onlardan biri, çok sevdiğim yeşil hırkamı ödünç alıp vermemişti bir daha. İstemedim. Diğeri Attilâ İlhan imzalı kitabımı geri getireceğim diye alarak çekip gitti. Gitme hakları yoksa, dostumuz olamazlardı değil mi? Sonra zaman, o eski şiirdeki, bir rüzgâr ve bir su gibi akıp geçti.
Sevgiden alacaklıyım yıllardır. Yaşam acemilerinden seçiyorum yakınlarımı. Çünkü biziz hayatı güzel kılan. Biliriz, çorbacılarda kasanın yanında duran karanfiller var, ütülenmiş ceket cebinden hiç hesapta yokken çıkan destanı yirmi liraların, caddede yürürken beklenmedik anda hayatımıza giren güzelim şarkılar, posta kutusunda faturaların arasında boy veren asker mektupları, otobüste sevdiğimiz yazarı okuyan yolcular var… Biliriz, hayatı güzel edenler var…
Sevgili okur. Ben her yıl bu yazıyı, yeniden yazarım biliyor musun? Buralarda olursak yine 2024 sonunda da göreceksin… İşte bir yıl daha geçiyor ömürden. O türküyü bilirsin: “Şu dağlar kömürdendir / Geçen gün ömürdendir…” Güzelliklere, iyiliklere sebep oldum mu 2023’te, çok kavga ettim mi, rahat mı vicdanım, sevdim mi yeterince, huzurlu muydum, üç beş kişi okuyan oldu mu bin emekle yazdıklarımı? Okul kantinlerinde, sanayi sitelerinde konuşuldu mu satırlarım? Bilmem. Hiç bilmez ki yazarlar. Bilmedikleri, tanımadıkları için yazarlar.
Yeni yıl işte. Plan yapmaktan vazgeçmedim yine, erken uyanmaktan, kitap oburluğundan, sıkılınca çarşılara atmaktan kendimi vazgeçmedim, rengârenk, telaşlı sevmekten… Romain Gary’nin Onca Yoksulluk Varken’i “sevmek gerek” diye biter, ne yapabilirim. Sevmek dedik, o halde İnci Dakikaları ile yeni yıla Sezai Karakoç buyursun gelsin: “Sen bana yeni yılsın her dakika / Her dakika bir yaşıma daha giriyorum.”
Geçen, yıllar olsun dostlar, diyorum; böyle diyorum.