Dışarısı ne kadar da soğukmuş, metroya inerken sıcak vurdu. Eli ayağı karıncalandı. Işıklar var. Kalabalıktı. Akşam her yere sinmiş. Dağlara, yüksek binaların üst katlarına, parklarda tek duran ağaçların köklerine, dallara… Altıdan sonra kolları hayalet gibi uzayarak şehre dağılan, her şeyi saran sinsi uğultu havada. Eve dönüyor kara kalabalık, savaşa. Akşam simitleri, akşam havaları, akşam şarkıları, akşam biraları, vapurları, sigaraları, akşam fulyaları… Her yerde akşam. Bu vakitler, bir gün birisiyle karşılaşmanın vakitleri yalnızlar için. Yağmur kokusu var içerde, ıslak palto, ekşi bir şey. Yine de iyi. En azından sıcak işte. Hızla akbil makinesinin yanına ilerledi. Parasını hazır tutuyordu avcunda. Aceleci. Telaş içindedir hep. Genelde az parası olanların, yanında hiç para bulundurmayanların hayatta karşılaşabileceği türlü olasılıklara karşı duyduğu kıyıcı güvensizlik.
Başı hep öne eğiktir. Omuzları çökkün. Evinde kültablaları… Başı önde. Evinde kirli sahanlar, memleketten gelen turşu, salça kavanozları. Metroda yürüyordu. Atılmayan çöpler evinde… Bir anda, yerde gördü, kare taşları bölen çizgilerden birinin üzerinde… Gördü. Bir kart. Dikdörtgen, kırmızı. Ortasında güneş gibi ışıyan sarı solgun çip vardı. İnce. Önünde yürüyen kadın, hiç farkından olmadan üzerine basıp geçmişti az önce. Bocaladı bir süre: Almak ya da almamak. Mesele olmak ya da olmamak değildi işte… Eğildi almak üzere: Yürüyen merdivenlerden uçan tozlar. Kadınların etekleri, yere inceden dokunan topuklar, uzun çizmeler, erkeklerin sıkıcı renkleri. Hiçbir şey olmamış gibi kendisinden emin, anlık devinimlerle, ustalıkla alıp paltosunun cebine koyarak yürüdü gişeye. Bir şey olmamıştı sanki. Bir şey olması nasıl bir şeydi ki…
Son parasıyla akbilini doldurdu. Maaş yatar yarın değil öbür gün. Yeniden yürüyen merdivenler. Peron. Peron deyince tren garları geliyor aklına; Haydarpaşa’daki meyhane, yemekli vagon, kar altında kimi geceler, istasyon bekçileri, şapkalar, çanlar, küçük büfeler, telefon kulübeleri geliyor aklına. Beklediğiyse veremli birkaç vagondan başkaca değil. Duruyor öyle, insanlara bakıyor, perondaki ilanları inceliyor. Bazı gömleklerin ne kadar da pahalı olduğunu düşünüyor ilanlara bakarken. Kart, bebek gibi uyuyor cebinde. Başkasına ait bir şeyi aldığı için suçluluk duyuyor. Hayatı boyunca geçmediği bir sınırı geçti sanki. İstiyor muydu bunu? Bilemem. Ama tuhaf, suçlu bir şey duyduğu kesindi. “Ne olacak ulan, herkes bir şeyleri çalmıyor mu; memleket yönetenler için bile söyleniyor böyle şeyler. Üstelik en büyük hırsız zaman değil mi? Bizi bizden çalıyor. Ömrümüzü…” Böyle bahanelerle avutmaya çalışıyordu kendini. İçindeki diken, büyüdükçe rahatsız ediyordu. Başkasına ait bir şeyi aldığı için şu an peşinde birileri olabilirdi. Vesvese. Neyse… Tren geldi. Bindi. Boş yer bulup oturdu. Akşam trenlerinde yer bulmak zordur oysa. Bir şey çaldım ya, şansım açıldı diye düşündü. Endişe… Hırsızlara hep böyle olur değil mi! Talihleri açık olduğu için işleri yolunda gider, o yüzden belki de para parayı çeker derler, o yüzden zenginlerin çoğu biraz da hırsızdır belki de…
Birkaç durak geçtikten sonra kartı çıkardı cebinden. İnceledi. Az sonra doğum yapacakmışsına oturan, bacaklarını mümkün olduğunca açtığı için de başka hiç kimsenin oturmasına izin vermeyen, tüm dünyayı kendisine ait bir koltuk sanan yan taraftaki öküzün kartını görmesini istemedi. Kartını? Kartı? Kartımı? Karar veremedi. Sahiplenmek için ekler bile vardı dilde. Sahip olmak her şeyimize işlemiş. İngilizce kursunda öğrenmişti, başı ağrıyan batılı “hev e hedek” diyerek ağrıyı bile sahipleniyordu. Diziyle ittirse de yandaki öküz bacaklarını toplamıyor, bakmayı sürdürüyordu. Bir şey okusan bakmaz, değişik şey görünce bön bön bakarlar böyle! Kartın üzerinde bir isim var. Tanımadığı biri. İnsanlar, hep bir isim önce. Tanımıyor, emin. Tanısa tuhaf olurdu herhalde; koskoca şehirde biri, o birine ait bir kart. Şirket adı yazıyor ismin altında bir de. Bu bir yemek kartı. Beyaz yakalılar bilecek; şehirdeki birçok lokantada yemeye izin veren bir tür kredi kartı. Şirketler bunlara her ay başında otomatik olarak para aktarır, çalışanlar da kartın geçerli olduğu yerlerde karnını doyurur. Kartın geçerlilik durumu, lokantanın camındaki küçük etiketten anlaşılır. Ne kolay! Bir tür zahmetsiz para harcama yöntemi; cebinden hiç para çıkarmadan.
Derken son durak. Yürüyen merdivenlerle yukarı çıktı, dışarıya. Soğuk, yüzünü kesti yine. Aklındaki soru: Acaba para var mıdır kartın içinde? Yere bırakıp hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etse. İyi, tamam fakat başkası bulacak, başkası alıp kullanacaktı o zaman da. Bilemiyor, belki de kullanmazdı. İyi öyleyse, o zaman önce kırıp büker, sonra da şuradaki çöpe atardı. Yanından geçti çöp kovasının, atamadı. Başkası bulmamıştı sonuçta, bu, onundu. Metrodan çıktı. Buradan eve yürümek zorunda. Zira ayın sonu geliyor; elde kalan akbille yarını ancak çıkartırdı. Sonra maaş yatar zaten, buna da şükür… Paltosunun cebinde elleri, sağ elinin içinde kart. Verevine, şöyle yumruk yapsa elini, kırılır. Kırıp atayım, ne ben kullanayım ne başkası, kimse kullanmasın, bitsin bu iş… Ulan bir akşam rahat huzur var, o da gitti! Niye bitsin bu iş peki, diye soruyordu içindeki karşıcı ses, “bu kart artık senin değil mi, cebindeki parayı yırtıp atıyor musun sen arkadaşım!”
Evindeydi, terlemişti yürürken. Hep böyledir. Kapıyı açtı, kimsesizliğin kokusu olduğunu düşünüyordu artık, kalabalık evler kokmaz böyle. Soyunup dökündü. Kimsesiz. Zilinin nasıl çaldığını bilmeyecek kadar yalnız. Sahanı yıkayıp temizledi, yumurta kırdı, yedi; çılbır istedi canı ama uğraşmadı, kendisini hırsız gibi gördüğü için keyifle yemek zor geliyordu. Dolapta son birkaç bira. Açtı birini, o tatlı ses, teneke kutudan kolayca ayrılan kapak. Yığıldı koltuğa. Birkaç yudum. Bu nasıl güzel bir soğukluktu böyle. Keyiflendi. Birkaç yudum daha. Biraz televizyon. Biraz daha televizyon. Az daha, az daha, ne çıkar! Açık unuttuğu perdeleri, gizli bir şey yapacakmış gibi aceleyle kapadı. Alt tarafı sızacaktı. Söndürdü ışığı. Bir bira daha var, içsin. Koltuğun üzerinde yatıyor, televizyon seyrederken uyusa daha iyi. Ekranda durmadan konuşanlara bir iki küfür salladı. Yalnızdır. Sonra sızdı kaldı. Bütün yalnızların sızışında adı üzerinde, sızılı bir hal vardı. Gece birkaç kez kart girdi rüyasına. Acaba içinde para var mıydı? Varsa ne kadardı. Sorularla kıvrandı. Tahmin ediyor bir şeyler; ay sonunda bulunan yemek kartında para mı olur?
Şirketin orada, az ötede yeni bir alışveriş merkezi açılmıştı. Geçen gün öğlen tatilinde, her zamanki kötü yemeklerden yedikten sonra uğrayayım diye düşünmüştü, nasılsa beş dakikalık yol. Güvenlikten geçince aşağı kata indi. Satın alma isteğini artırmak için hep yavaşça yürüyen merdivenler… Burada amaç, merdivende kişinin çevreye bakınabilmesi, ürün incelemesiydi. Hiçbir şey için fazladan parası olmayanlar neyi satın alacaksa… Sonra rengârenk restoranlar vardı bu alt katta. Azeri yemekleri satanlardan kebapçıya, pideciden hamburger-bira menülerine dek… Bir sürü şey satılıyordu yiyecek. Satılan her şey rengârenk. Sanki bambaşka bir dünya vardı da sınırında duruyordu. Bu lokantaların birçoğunda geçerliydi yemek kartı, bambaşka dünyalara girebilmek için vize… Uykusunu bölüyordu çipin ışıltısı, yarın gitse, öğleyin, şöyle patlayana kadar, güzelce yese. İyi de acaba para var mıydı kartın içinde?
Uykusunda söylenip duruyor, rüyasında: Peki bu yaptığım hırsızlık sayılmaz mı? Ya o kart zavallı gariban bir işçiye aitse; ya adamcağız bu yüzden yarın aç gezecekse… Bu haksızlık bir yerlerden çıkmaz mı sonra… Bunun hesabı sorulmaz mı? İnsan böyle şeylere inanmak istiyor galiba, insan hep hesap sorulacağına dair umut besliyor. Hiçbir şey olmazsa hesap soracak bir tür göksel düzen… Oysa bu tür düzenler bile tümden hak yiyenler tarafından yaratılmış olabilir, bilemiyor. Böyle şeyleri düşünmemişti ömrünce. Bütün inançlar gibi bu da sorgulandıkça tuhaflaşıyor, sarsılıyor. Bir o yana dönüyor, bir bu yana, iki üç saat uyuyor sonra. Sabaha karşı tekrar fırlıyor yataktan. Dur diyor, oturup şu kartta yazan ismi internetten araştırayım. Kartın üzerinde yazan isim… Nasıl olsa internet her şeyi biliyor.
Kalkıp bilgisayarını açıyor, o da uyuyor tabii, on dakikada ancak ayıyor makine. Hz. Google’a ismi yazacak; bir şey çıkacak mı diye bekleyecek fakat olmuyor. Faturasını geçen ay ödeyemediği için kesilmiş internet. Olmuyor. Uykusu tümden kaçıyor derken. Derken gün ışıyor. Soğuk sabah. Kış günlerinin pası, kiri. Kalkıp giyiniyor. Kart cebinde yine. Yine metroya yürüyor, yine yürüyen merdivenler, trene biniyor yine, yine bacaklarını sonsuzluğa dek açarak oturanlar yine, yine trenden iniyor, yine açılıp kapanan kapılar, yine gelmeyen mektuplar var, her şey yineleniyor yine…
Şimdi dün akşam, hikâyenin başladığı yerde. Her hikâye bir yerde başlar, bitmek zorunda değildir. Caddeye çıkıyor. Kartın geçerli olduğu ilk dükkâna girdi. İçerisi mis gibi kokuyor. Her zaman alışveriş ettiği yerden iki kat daha pahalıya, mahlepli poğaça satan bir yer burası. Daha yumuşak, daha sıcak, nefis… Ara sıra soru takılıyor aklına, kıymık sanki: “Hırsız mıyım acaba?” Yok canım, değilim tabii. Ben bulduğuma göre kart benim. Kasiyere yaklaştı. Kasanın yanında bir ilan: “Menemen + Çay = 7”. Sabah kahvaltısı için ayırdığı bütçe genelde iki TL’dir. Kartıma bir bakar mısınız dedi, acaba bakiyesi nedir? Kasadaki kel adam kartı aldı. Bizimkinin gözü hep etraftaydı. Sanki kartın asıl sahibi buralarda bir yerde, gel ulan buraya diye ensesine yapışacaktı… Kel, kartı alır almaz hızla makineye taktı. Baktı. “210 TL… 210 TL var efendim.” Kel kafa, spot lambaların altında pırıl pırıldı. İki kere tekrarlamasa sanki inanmayacaktı. 210 TL… Ha, tamam, dedi şaşırarak. Şaşırmamış gibi yaparak. Ne çok insan var, “gibi” yaşayan. Gibi yapmak, bir saldırıdır diğer insanlara. Üstelik profesyonel tutumdur şaşırmamış gibi davranmak. Pek beceremez o, iflah olmaz amatördür. Buyrun oturun, ne verelim abi, dedi yaklaşan garson; pistte kayıyordu sanki, hızla gelip geçti. Eskiden, lisedeyken buz pateni yarışmalarını, kayan kızların bacaklarına bakmak için, elde birayla izlediği bir arkadaşı vardı. Bir zamanlar diye düşündü ne kadar da iğrençtim, kendinden hoşnut olmamak, amatör tutum; profesyoneller öyle değildi; CEO’lar, satış müdürleri, politikacılar, büyük yazarlar, amirler, müdürler, zenginler, evleri, yalıları olanlar, yaldızlı yataklarda yalnız yatanlar, vapurlarda kışın hep kalorifer yanına düşenler. Profesyonel diyorum yani, hani şu önünde, yerde oturduğu halde ayağını boyacıya rahatça uzatabilenler. Yok dedi bizimki, “şimdi almayayım, birazdan uğrayacağım, bir şey, bir iş…” Geveliyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Hiç hazır cevapları olmamıştır hayatında, amatör. Otursa iyiydi aslında, bayılır menemene. Ama… Ama hırsız mı ki? Ayın sonunda iki yüz lirası olan adam ya zengindir diye düşünüyor ya da çok fazla mesai yapmış gariban; öyle ya fazla mesailerden gelen yemek paraları yüklenmiştir belki… Gidip internetten bakmalı, gidip bakmalı şu kartın sahibine. Araştırmalı. Facebook’u falan vardır, oradan anlaşılır gariban olup olmadığı, öyle bir tipse geri verir hemen sahibine…
Çıkıyor dükkândan. Yine sokak sonra, yine trafik ışıkları, yeşil ışığın yürüyen adamı yine, bir aralar öyle yalnız hissetmişti ki kendisini, bir cuma gecesi, sarhoş eve dönerken, Taksim’deki yeşil ışığın yürüyen adamıyla konuşmuştu bir süre. Dijital bir oyun, adam yürür gibi yapıyor fakat çıkamıyordu trafik lambasının çemberinden dışarı. Kimbilir günde kaç adım atıyor, hep orada kalıyordu. Kötülük böyle bir şeydi. Sonra yine kaldırımlardan boy vermiş çopur ağaçlar, yine güvenlikte, bacakları ayrık ayrık yürüyen kel kafalı deli çocuk, yine efendisinin köpeğini gezdirmeye çıkmış otoparkçı, yine yinelenenler, bitmeyenler yine… 210 TL’lik bu kart, uçuş biletiydi sanki uzak bir yerlere.
Her sabah uğradığı börekçiye geldi sonra. Poğaçalarını alıyor, börekçinin yüzüne bakıyor yine. Para çekmeyi unutmuşum da diyor, yarın vereyim. Bu gece yatar nasıl olsa maaşı. Börekçi salağın teki, mızmızlanıyormuş gibi gölgeler geçiyor yüzünden. Alıyor torbasını, şirkete ulaşıyor yürüye yürüye. Yine asansör. Masasına geçiyor yine. Kartı cebinden çıkarıyor hemen. İnternete giriyor. Adamın adını yazıp araştırıyor. Bir motor şirketinin patronuymuş. Patronmuş adam, oh be! Ama diye kesiyor içindeki ses, bir sürü gariban patron da var. Ah bu iç ses… Belki de batmak üzere olan bir yer bu şirket. Yok yok diyor; olmaz bu iş, bu para haram para. Haram ne? Bilmiyor tam. Dünyada hangi mal, kime ait ki? Mezarlıklar bir sürü çulsuz zenginle dolu. Kim neyin sahibi! Yok ama abisi, olmaz diyor, bu terbiye işi, düpedüz ahlaksızlık. Yakışmaz bize.
Sonra işe koyuluyor, e-postalarını açıyor önce. Haftanın yemek menüsü geliyor yarım saat sonra. Berbat. Bombok. Daha iyi hiç yemese. Bana ne ulan, diyor kendi kendine. Elin patronunun parası işte. Gider yerim çatır çatır. Kaybetmeseymiş dangalak! Patronmuş zaten. Ne fark edecek onun için.
Öğlen. Aşağı kattan arkadaşları telefon açıyor. Hadi gel diyorlar, yemekhaneye… Yok. Reddediyor çekinerek; biraz işim var, dışarı çıkacağım. Şaşırıyor kendisine. Demek ki asıl yapmak istediği şey bu. İnsanın içinde olup dışarı fırlamamış hiçbir şey yok. Dışarı çıkıp karttaki parayı harcayacak işte… Bir günlük beylik, beyliktir yine de… Bir hızla, aniden karar vermişçesine, paltosunu giydiği gibi çıkıyor sokağa. Yağmur başlamış. Şu botları pasajdaki ayakkabıcıya bırakmalı bir ara. Kartla keşke ayakkabı alınsa. Dur dur, diye düşünüyor alışveriş merkezine doğru yürürken. Belki Migros’tan bir şeyler alırım, gider evin ihtiyacını karşılarım, buzdolabı bomboş, iki yüz lira az para mı evladım! Ya da siktir et evin ihtiyacını diye düşünüyor. Fazladan para bu! Hediye! Gider şöyle iyisinden bir viski, tekila gibi bir şey alırım. Belki eczanede de geçiyordur. Burnu kaç zamandır tıkalı, gidip de bir Vicks alamadı kendisine. Az para değil diyor hem. Alışveriş merkezinin en alt katında fitness salonu var, cehenneme yakın bir yer, gider orada kas çalışırım. Göbeğim pörtledi biraz. Yaş oldu kırk diye düşünüyor. Ama dur hele dur, şu yemek işini halledelim önce… Sanki o paraya bütün dünya satın alınabilir…
“Alışveriş merkezinin yemek bölümünde nefis bir köfteci var, oraya gideyim.” Lüks. Daha geçen hafta kapının önünde duran menüye bakıp hadi canım demişti, 34 liraya bir porsiyon köfte mi olur. Olur tabii diyor şimdi, neden olmasın. Köftenin iyisi pahalı olandır; güvenirsin, ne konduğunu bilirsin içine. Geçiyor içeri, oturuyor. Garson gelip tek kişilik başka yer gösteriyor, yağız: “Efendim biraz kalabalık oluyor, şöyle geçer misiniz?” Geçerken botlarının boyasızlığından, kirliliğinden utanıyor. Masaların üzerinde telefonlar, tabletler, nefis herkes, bembeyaz gömlekler, harikulade kadınlar. Paltosundan utanıyor, bir kurutemizlemeci olsaydı şu kartla çalışan, hemen verirdik paltoyu, kötü kokuyor galiba. Kızların bacaklarına bakmayı sevdiği için bira içip voleybol maçları seyrederdi, iğrenç biriydi; birilerinin oturduğu koltukların sıcağını, çukur yerlerini severdi, bir insan sıcaklığı diye… Ne alırdınız diye soruyor garson, yağız. Köfte… Köfte diye kekeliyor. Bir de şey, kola alayım ama diyet olsun. Ayı gibisin bir de diyet mi içiyorsun diye azarlayacaktı sanki yağız. Tamam efendim, diyor sonra, koşarak gidiyor… Buzda kayıp gidercesine… Kartı düşünüyor. Eyvah eyvah, bir kuşku: İşyerinde unutmadık inşallah! Vesvese. Denize düşüp de yılana sarılır gibi davranıyor ceplerine. Parmakları dokunuyor o soğukluğa. Bir masalda gibi. Ferahlıyor. Şu bizim patrondan ilk yemeği yiyelim bakalım. Karar veriyor, bugün bitecek bu bakiye!
İşte getiriyor köfteyi. Dumanı üzerinde. Mis… Önce bıçakla başlıyor yemeğe. Kibar kibar, kese kese. Garsona seslenecek, bir de soğanlı piyaz rica etse… Kokarsa koksun avradını… Tabii efendim diyor, yağız. Getiriyor hemen. Üzerine zeytinyağı bile dökülmüş, yenice. Parlıyor canına yandığım… Şöyle ekmeğini banınca, sanki düz ovada at koşturuyor, sanki ötesi deniz ve üzüm bağları, sanki bir şişe de şarap gelecek birazdan. Şirketin yemekhanesindeki zeytinyağ, gres yağına benziyordu, bu öyle mi? Zenginlik bu oğlum işte. Ekmeklerin kenarları bile çıtırdan. Sonra menü istiyor tekrar. Tatlı niye yemesin ki nasıl olsa parası var. Bizim patron ısmarlıyor nasıl olsa diye gülüyor kendi kendine. Hadi anam diyesi geliyor garsona, hadi pehlivan, şu fırın sütlaçtan da getir. Fakat böyle lüks yerde öyle çağırılmaz garson. Harbiye’de, ara sıra arkadaşlarla rakı içmek için gittiği kebapçının garsonuna denir de bu heriflere denmez. Sikkırığıdır bunlar. “Fırın sütlaç rica etsem!” Pek kibar. Ağzım soğan kokuyor mudur diye düşünüyor. Sütlaç da getirildi. Üzerinde yarım kilo fındık var, kamışa gider şimdi bu deyip gülüyor kendince. Keyfi yerinde! Kurtuluş’taki eski muhallebiciyle arasında dağlar var önündeki tatlının. Şöyle daldırmasıyla karlı bir geceye düşüyor kaşık. Soğuğu yerinde, yanık yerlerin ufak çatlayışlarla aralanması, güz yanığı renginde fındık… Çay da söyleyeceğim anasını satayım, ikram mı ederler, hesaba mı yazarlar diye düşünmemek ne güzel! Su da söylerim, isterse beş lira olsun, umrumda mı… Eskiden bir yere gitse, iki kuruşun hesabını yapar, yol parasından tasarruf etmeye çalışırdı hiç değilse! Şimdi ne gereği var… Hatta çayı boşveriyor, kahve içmek için kahveye gitmek gerekmez, burada içerim; orta kahve rica edeyim bir de. Yanına da su. Bir de şu rica işi olmasa, mutfakta birbirine pandik atan adamlara, salonda rica! Amatör…
İşte budur yiyicilik! Üstelik paran yokken de böyle yenebiliyormuş demek. Hesap istenecek, yine rica ediliyor yağızdan: “Hesap rica etsem.” Sağ elin ilk iki parmağıyla kalem yapılan o kibar hareketle eşzamanlı konuşulucak, bazı rakamlar talep edilecek. Her şey ödenmeli, her şeyin karşılığı var… Her şeyin karşılığında rakamlar duruyor, onlar yönetiyor dünyayı. Şimdi gidip şu ilerde de bir bira patlatsam tam olur, diye düşünüyor; kartlı adamım artık.
Hesabı getiriyor, yağız. 55 Türk lirası (demek on lirayı geçen yemek de yenebiliyormuş dışarıda), Türklerin de böyle bir “lirası” var demek. 55 adet lazım şimdi bundan. Oh diyor, geriye 150 liram falan kalıyor, rahat. Garsonun yüzüne bakarak güvenle konuşuyor, parası olanın bakışı bile farklı olur, anlıyor: “Yemek kartıyla ödeyeceğim.” Kartı? Kartım?
Tabii efendim, diyor yağız. Getiriyor makineyi.
Hep onunmuş gibi, başkasının değilmişçesine, okşarcasına veriyor kartı adama. Bir saka kuşunu sever gibi. Eve bir kuş alsa ya, çok yalnız değil mi? Kimsesizlik kartla giderilmiyor. Alıyor garson, takıyor kartı makinenin ilgili yerine. Efendim, diyor yağız, yüzüne bakarak, en tatlı yüz ifadesini takınarak, “yetkiliyle görüşün mesajı” verdi bu, herhalde kayıp kart kullanıyorsunuz, başka ödeme imkânınız varsa… Su parası gitti gider…
Başka mı? “Başka yok vallahi,” diyor hiç düşünmeden. Hep yemin eder amatörler.
Dünya
b
aş
ına
yıkılıyor…
2014 – 2015