Ad, Soyad: Onur Caymaz 11.01.2022
Sınıf, Nu: 9A – 51
Umberto Eco çok satacak kitabın gerçek formülünü veriyor:
“İlk önce bir bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak; bilgisayar sizin adınıza düşünen zeki bir alettir. Bu, pek çok kişiye kesinlikle avantaj sağlayacaktır. Size bütün gereken, birkaç satırlık bir programdır; çocuklar bile becerir bunu. Ondan sonra bilgisayara yüz-yüz elli romanın, bilimsel çalışmaların, İncil’in, Kuran’ın içeriğini ve birkaç telefon rehberini (roman kişilerinin adlarını bulmakta çok yararlı olur) yüklersiniz. Diyelim ki 120.000 sayfa tuttu bunlar. Sonra, başka bir program kullanarak bunları birbirine katın; yani bütün bu metinleri birbiriyle karıştırın, bu arada da bazı düzenlemeler yapın -örneğin bütün e harflerini atın- amacınız sadece bir roman değil, Perec’in yaptığı gibi bazı harfleri bilerek atlanmış bir metin elde etmektir. Bu noktada ‘Yazdır’ düğmesine basarsanız, bütün e’leri atmış olduğunuzdan ortaya 120.000 sayfadan biraz daha kısa bir metin çıkar. Bu sayfaları birkaç kez dikkatlice okuduktan, en önemli paragrafların altını çizdikten sonra hepsini alıp bir fırına götürün. Bundan sonra size bir ağacın altına oturup elinize bir parça kömür ve kaliteli bir resim kâğıdı alıp çeşitli şeyler düşünerek iki satır yazmak kalır, örneğin: ‘Ay gökte yükseldi/ağaçlar hışırdıyor’ gibi. İlk başta ortaya bir roman değil de bir Japon haiku’su çıkmış olabilir. Ama önemli olan başlamaktır.”
(Genç Bir Romancının İtirafları, Umberto Eco (çev.: İlknur Özdemir), Kırmızı Kedi Yayınevi)
- Yukarıdaki metni yorumlayınız ya da çok satacak kitabın gerçek formülünü siz yazınız.
Hocam ben bestseller dediğimiz kitapların formülünü vermek isterim. Çok satacak bir kitabın beş maddelik bir formülü vardır. Proust gibi yedi cilt yazarsanız kimse okumaz. Okur da biz bu okura uzun satarların okuru deriz. Çok satar dediğimiz kitaplar altı ayda unutulur. Uzun satanlar en az bir yüzyılı devirir. Çok satması için dediğim gibi kalın olmayacak. İdeal sayfa sayısı 150’dir. Daha fazla oldu mu ucuz roman okurları (roman da okur da ucuz olabilir burada) okumaz. Sonra, kitabın içindeki toplam benzersiz kelime sayısı 300’ü aşmayacak. Peyami Safa gibi 15.000 kelimeyle yazarsanız okunmaz. Kitabın birimi cümledir. Yazdığınız cümleler dört beş kelimeyi geçmeyecek. Oğuz Atay gibi bir sayfalık cümle yazarsanız ya çok okunur anlaşılmaz, bardak altlığı olursunuz ya da layıkınca okunmaz, az kişi tarafından bilinirsiniz. Kitabınızın içerdiği cümleler, “pozitif” etki yaratmalıdır. Öyle karamsar, kötümser, hastalıklı şeyleri, sağlıklı – modern insan sevmiyor. Bir de tabii kitabınızın çok satması için konunuzun aşk olması gerekiyor. Neme lazım, yaşadığınız toprağı falan yazarsınız. Kimse okumaz… Aşk ama bu aşk da ikili olmayacak. Üç kişilik bir aşk olması lazım. Üç kadın olursa Netflix’e satabilir, film yaparsınız, lobisi var, hemen ödül veriyorlar. İki erkek bir kadın, pek satmaz. Çünkü okurlar kadındır. İki kadın bir erkek olursa mis… İşi götürür, otuz kırk bin lira kazanır, tarihin çöplüğünde çürümeye bırakılırsınız…
BİR- İnsan kendini özler mi?
Kendi olabilen insan kendini özler. Bizimki gibi yerlerde insanın bir kez kendi olabildiği sonra hep kendi olarak kaldığı için bir hasret duygusuyla yaşanmaz. Oysa insan sürekli değişerek kendini var eder. O zaman hep bir önceki kendisini özler. Sabit insan için zor, gelişen, tekamül eden, arayan insan, hem kendini özler, hem de sürekli durmadan herkese bir şeyler anlattığı için (geliştiğinden) herkesi özler… İyi bir insan her zaman acemidir…
İKİ – Bir mendil niye kanar?
Hiçbir ceketin cebine koyulmadığı için kanar. Alın teri silinmediği için kanar. Sevgilinin terli saçlarını kurulamadığı için kanar… Ya da her şeye inandığı için, çabucak, kanar…
ÜÇ – Kim bakardı uzaklara köpekleri saymazsam?
Postacılar bakabilir, pandemi süreci boyunca her gün ölüp bir kez olsun hikâyeleri yazılmayan kargocular bakar, askerler bakabilir dört – altı nöbetlerinde, mektup bekleyenler bakar, halen yazan varsa…
DÖRT – Hangi yaz seni nennileyebilir?
Eski bahçenin yazı, eski bahçedeki yaz, bir cigara içimlik, çekirdek içlediğimiz bir yaz, anneannemin domatesli pilav yaptığı, benim öğlen uykusunda denize giren mutlu insanların, dalgaların sesini dinlediğim bir yaz, Barış Manço’nun bir albümünün yeni çıktığı, dayımın müzik seti alıp eve getirdiği, Karagöz ile Hacivat’a çok güldüğüm bir yaz, Münir Özkul’un, Rifat Ilgaz’ın elini öperken çekilmiş fotoğrafı şiir defterimin arasına sakladığım o yaz… Nasıl da geçen o yaz. İlk kez âşık olduğum yaz…
BEŞ – Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
Bir ses, bir duyuş, bir dokunuş, birkaç adım, vals, gramofon, babamın okuma şu adamı dediği Nâzım Hikmet kitabını bana dönem ödevi olarak veren edebiyat öğretmenim Aba Müslim Çelik’in boynuna sardığı kırmızı mendil, dedemin Bektaşi taşı, Divan Pastanesi’nde Attilâ Ağabey’i dinlediğimiz doksanlar, küçük İskender ile Kaktüs’ün orada karşılaşıp çorba içişimiz, Ahmet Erhan ile Tarlabaşı’ndan aşağı Haliç’e doğru indiğimiz bir kış günü, Selim İleri’nin bana hediye ettiği on yedi kitap… Hepsi… Anılar, tamamlanınca hep eksik kalır.
ALTI – Kalbimi put sanıp da kıran kim?
Herkes kırdı… Hepsini hatırlıyorum, hepsi aklımda, hepsi de hiç kıpırdamayan bir duman gibi havada… Ama asıl sorun, kalbim neden bir put sanıldı… Ben ki dünyaya doğru yürümekle meşhurum üstelik.
YEDİ – Kim koparmış dalından, bu yabani incirleri?
Çocuk Onur koparmış. Kurumuş kuyunun suyu, bakmış, incirin sütü de çoktan çekilmiş, gidip antik tiyatronun orada güneşin batışını seyrederken bin sene önceki eski bir oyunun alkışları martı kanatları oluvermiş.
SEKİZ – Ya kimmiş, kıyıya çeken hayalet gemileri?
Edip’tir… Kim olacak başka. En eski kaptanlardan… Sevda ile Sevgi’nin Edip’i.
DOKUZ – Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık/Yahut hiç sevmeseydi/Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Hiçbir şeyi kaybetmezdi Tahir! Çünkü Tahir’de de Fuzuli gibi Mecnun’luk istidadı vardır. Gerisi boştur. Önemli olan Mecnun’luk istidadıdır.
ON – Neden karpuz sergilerinde lüküs yanar?
Her şey yavaş yavaş bizden uzaklaştığı için, havalar biraz erkek karardığından, her köşebaşına bir kestaneci düştüğü için, çiçekçiler eski apartmanların önünde kuzgunkılıcı sattığından, yersiz yurtsuzluğumuzdan, her şeyi elimizden almak istemelerinden, bizi hep kendimizle baş başa suçlu bırakmak istediklerinden. Yansın ama. Daha çok yansın ki gittikçe deniz fenerine dönüşsünler.
ON BİR – Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?
Belki de gözlerin farkındalığını artırmak için. Gözler, birbirine erişebilsin diye o karanlıkta. O Karanlıkta Biz diye…
ON İKİ – Kim duyar ses etsem beni melekler katından?
Dante belki! Olur a! Ya da Ahmet Mithat üstadımız. Kemal Tahir neden olmasın.
ON ÜÇ – Bu eller miydi masallar arasından/Rüyalara uzattığım bu eller miydi?
Bunlar, bunlar, bunlardı tabii, bunlar ellerimiz bizim, günün bu saatinde anıt gibi dururlar…
ON DÖRT – Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir?
Özenle soyuluyorsa biliniz ki sevgilinindir…
ON BEŞ – İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine?
Bazen mi?
ON ALTI – Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğa da var mısın?
Her zaman. Zira mutsuzluğu bilmeyenin mutluluğu nasıl olur.
ON YEDİ – Niye gün ortasında akşam oluyorum?
Çünkü Haliç’te bir vapuru vuruyorlar durmadan. Deli Cafer, İsmail, Tayur ve Şaşı..
ON SEKİZ – Hiç gül kopardın mıydı gülden?
Koparmaz mıyım, gülü de gül ile tarttım hocam!
ON DOKUZ – Gece mi tek gerçeğimiz?
Kim bilir, belki. Belki de değil. Gerçek diye bir şey yoktur demişti Nietzsche, onlar yorumdur demişti. Bazen bir Anadolu kilimi gerçek, bazen Füruzan’ın Su Ustası Miraç öyküsü, bazen kızımın turuncu atkısı, bazen maaş kartları, emekli kuyrukları, bazen tek gerçeğimiz coğrafyamız, bazen de tarihimiz. Ama ben en büyük gerçeğin hep edebiyat olduğunu düşünüyorum. Edebi ve ebedi…
YİRMİ – Kalbim neden isli bir şehir?
Gittikçe çıkan yangınlar yüzünden dağıldı, darmadağın edildi, yıkıldı, yeniden bayındır kılındı. Kalbimle çok cenk ettik. Şimdilik duruyor öyle, içinde üç beş hane. Kalbim ki diyordu Cazsever, öyle…