Juliet ile Devam…

Onur Caymaz’ın üç yıl önce Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu ile başlattığı macera, şimdi Söyle Juliet Sana Ne Yaptım ile devam ediyor…

Serinin devamı evet… İlki Prevert’in bir şiirine göndermeydi. O kitapta epeyce Shakespeare bahsi geçiyordu. Üç yıl sonra ikinci cilde Shakespeare’den ilhamla bu adı verdim. İlk ikisinde kadın adları göze çarpıyor, üçüncüsü erkek ismiyle yola çıkacak sanırım. Edebiyatın, sanatın, hayatımıza kattıklarını böylece bir kez daha hatırlamak güzel. Zaten bu kitap dizisinde amacım biraz da o değerlere, edebiyatın sanatın dünyasına dokunmak.

Sadık bir okur kitleniz var ve bu kitabınız çıkar çıkmaz raflarda tükendi

Hep söylerim. Bazı yazarların müşterileri olur, bazıların okurları. Bazı yazarlar çok satandır, bazıları uzun satan. Okurların “uzun süreli” okuduğu kitapları başarılı sayanlardanım. Aradığım şey, yazarla okur arasında sadakat üzere kurulmuş bir ilişkidir. Misal Javier Marias ne yazsa okurum. Memduh Şevket’in hangi hikâyesi çıksa karşıma hemen hatmedilir. Ben böyle anlıyorum edebiyatı.

Kitapta “masamdan çıktığım yolculuklarda yanıma aldığım cephaneyi, kitaptaki metinleri senin için getirdim bugüne” diyorsunuz; yolculuk ne kadar sürdü, sizi zorlayan şeyler oldu mu?

Sözünü ettiğim seri, aslında benim kendi yazarlık maceramla koşut ilerliyor; kendi gündemimle beraber. Taktığım sorunlar, o sorunlara taktığım dönemlerde yazılıyor, belirli bir süre sonunda kitaba giriyor. Bunlar tabii aynı zamanda halen kaldıysa memleketimizin kültür sanat gündemini meşgul eden sorunlar. Örneğin kitapta Daktilo Perileri diye bir bölüm var. Burada Türk edebiyatının benim için ustaları saydığım yazarlar üzerinde yıllardır yaptığım bir kazı çalışması bulunuyor. Kimi okurlar bu bölüm bile sadece bir kitap olabilirdi diye yorumladı.

Bir de Türkçe Edebiyat olayı var. Kitabınızda etraflıca anlatıyorsunuz ama burada da biraz açabilir miyiz?

Türkçe edebiyat kavramı, solumuz biçim değiştirip Türk olmaktan utanır hale geldiğinde ortaya çıkan, hiçbir şeyde esasa takılamamış, hep yüzeyde kalmış bir aydın kitlesinin tuhaflığı olarak ortada. Bir “İtalyan yazarı” “Türkiyeli okura” tavsiye eden bu yeni moda sol yobazlık, tavsiye ettikleri yazarın neden İtalyan, okurun neden Türkiyeli olduğunu bile düşünmekten aciz… Türk toplumu yerine Türkiye toplumu, Türk sineması yerine Türkiye sineması… Türk kahvesi yerine Türkiye kahvesi demedikleri kaldı!

Masanızda sizin deyiminizle nasıl bir cephaneye sahip olduğunuzu Sümerbank Kültür Yayınlarının Türk Giyim Kuşam Sözlüğü’nden bahsettiğiniz yazınızda gördüm. Mesleğimden dolayı bu sözlüğü biliyorum. Bir zamanlar giyim kuşam sözlüğümüz varmış!

Türkiye’nin bir zamanlar giyim kuşam sözlüğü vardı. Türkiye’nin Sümerbank’ı vardı. Tanpınar’ı çok sevdiğini sanan Türkiye’nin Narmanlı Han’ı vardı mesela; içinde sahafı, plakçısı, resim atölyeleri vardı; şimdi kahve içiliyor. Türkiye’nin kahve içerken edilecek iki cümlesi vardı, şimdi karşılıklı oturup telefonlara bakıyorlar yeni Narmanlı’da. Cemal Süreya’sı vardı Türkiye’nin, şimdi şairin ağzından saçma şiirler yazıp internete yayıyoruz. Türkiye, kendine ait birçok şeyi hızla harcıyor. Neyse ki halen coğrafyamızın cevheri var, tükenmeyen… Umudumuz orada…

Bazı yazarların ilginç ritüelleri var. Sizin bir yazma ritüeliniz var mı? Ya da yazma süreci alışkanlıklarınız neler; müzik mi dinlersin, sessizlik mi istersiniz

Mümkün olduğunca gürültülü yerlerde yazarım, bölünmeliyim iş güç tarafından, öyle “şimdi yazı evime geçiyorum, bir ay yokum” gibi durumlarım yoktur. Çünkü yıllardır mecburen buna alıştım. Kahve ya da ıhlamur olursa iyidir, ofis – ev dışında deftere yazarım, onun dışında bilgisayar… Alkol karıştırmam yazı işine… Kurşunkaleme bayılırım. Masada o aralar peşine takıldığım kitaplar durursa mutlu olurum. Kitaplara da bazen yazar, çizerim. Defter bir kitap, kitap da defter… Böyle işte. Bir de yazı işinde hep ilk anın büyüsüne inanırım.

Sözcü Gazetesi