Kütüphaneler: Kayıp Cennet

Hayatıma dair, tüm ayrıntılarıyla hatırladığım şeylerden biri de defterimin istendiği o dakika; gözümün önünde. Sınıfın gri duvarına asılmış süslerin yanından sesleniyordu öğretmen. Devlet dairelerinin arapsabunu, talaş karışımı kederli kokusunu oradaymış gibi duyuyorum. Belki sesler boğuk, geçmişten yankılanıyor fakat hepsi dün gibi. Urdu dilinde dün ile yarın kavramlarını tek kelime karşılar, önemli olan şimdi demek ki sadece.

Ama yine de geçmişe uzanayım hele. Ortaokulun ilk yılı. En arkada oturuyorum, sesleniyor öğretmen, defterimi istiyor, boş sayfayı açıp yazıyor. Heyecan… Araştırma konusuymuş. Evde yeterince kitabım yok; neyi, nereden araştıracağımı bilmiyorum. Kullandığı dolmakalem pek şık. Kırtasiye malzemesine, kitaba, kâğıda aşkım eski demek; Necatigil’in şiirinden: “Gelmiyorsa bir şeyler, çocukluktan geçerek…” Karmaşık yazısını okumaya çalışıyorum, harfleri yaşlı öğretmenimin; çizgiler olgun. Alâeddin Keykubat diye not düşmüş, kimdi bu!

Kütüphaneye gidip araştıracaksın, diyor tatlı sert. Kütüphane mi! Adını duysam da gitmişliğim yok henüz. Kitaplar hanesi demek. Kutüb, çoğulu kitabın. Mektup, mektep, katip hep aynı kök. Ktb kökünün bir anlamı da bağlamak, dikiş dikmek. Yani insan yazılardan, yazılanlardan, kitaplardan öğrendiğini bağlar kendine, toplar hayatında ve değişir zamanla. Bilmek, mutsuz etse de değiştirir. Bildikçe, kutüb ile donandıkça bilge olunur. Hani çok tanıdık üçler, yediler, kırklar var ya; hiç merak etmedin mi neden birler yok diye: Birler, bilgelerdir işte…

Ödevimi alıp koşuyorum eve; bizimkilerin bildiği kütüphane var mıdır? Çocukken insan, ailesinin her şeyi bildiğini sanıyor. Oysa akrabadan biri kitapçı, yazar, akademisyen vesaire değilse az bilinir kütüphane. En azından bizde, en azından böyleydi çocukluk hikâyemde. Sıradan orta sınıf ailenin kitaplarla ilişkisi ne kadar derinden kurulabilir ki…

Yine de annem, Taksim tarafında bir kütüphane hatırlıyordu. Hemen önünden Sarıyer minibüsleri kalkar, öyle sorarsan gösterirler, demişti. Galiba Atatürk Kitaplığı’nın önü, durak yüzünden telaşlıydı hep; yoksa öyle ahım şahı okur kalabalığına denk gelmedim hiç. Halbuki iki adım ötede Taksim Meydanı insanla kaynaşır, günün her saati dolar taşardı. Okumak yalnızlıktı işte, kitap, kitaplar sessizlik, kimsesizlikti.

Yıllar sonra Sıfır için araştırma yapmaya gittim söz ettiğim kitaplığa. İnternet paralıydı, içerdeki görevlilerin kitapla ilişkisi kendilerinden menkul, çocukluğumdan ağaçlar içinde hatırladığım güzelim Boğaz manzarasıysa çoktan terk etmişti şehri; artık kayıp cennetti kütüphane. Oysa İstanbul’un keşmekeşinde sayfalardan örülmüş inceliklerdi hepsi. Çocukken bildiğim tek kütüphaneydi Atatürk Kitaplığı; Ninova’dan haberim yoktu henüz!

Ninova: Asur devletinin başkenti. Bugünkü Musul’un güneyi; şimdiki adı Koyuncuk. Mezopotamya’da tarihin ilk kütüphanesinin, İmparator Asurbanipal tarafından kurulduğu yer. Ortadoğu’nun tüm kil tabletleri toplanmıştı. Yirmi beş bin civarında doküman. Kim bilir nasıl büyülü mekân! Konuştukları dilden bir şey anlamadığın halde tabletleri görüyorsun, ellerin titremekte heyecandan! Düşün.

Ninova, Medler ile Asurların savaşları sonucunda MÖ 614’te yerle bir edilmiş. Fakat kütüphanedeki tabletlere zarar verilmemiş. Zira bugün Gılgamış Destanı, Hammurabi Kanunları hatta eski tufanlara ait bildiklerimiz, o günün savaşçısının hatıraya saygısından…

Çok sonra, on dokuzuncu yüzyıl başlarında Austen Henry Layard adlı arkadaş, kutsal kitapta bölgenin adı çok geçtiği için araştırma yapmak üzere yola düşerek İngiliz büyükelçisi Sir Stratford Canning’in paracıkları sayesinde Asur’un birçok eserini ortaya çıkarıp kibarca söyleyeyim, “korumaya almak amacıyla” British Museum’a “götürmüş”. Geriye kalan tabletler, kalıntılar ve hayatlar da ABD’nin Irak işgali sırasında, hiçbir şeyi satmaktan çekinmeyen kimileri tarafından Bağdat Müzesi’nden çalınıp Batı’ya peşkeş çekilir. Geçelim efendim; uygar dünya böyledir!

Atatürk Kitaplığı’ndaydım işte, Alâeddin Keykubat’tan bana ne, önümde kim bilir kimin romanı… Kafamı okuduğum sayfadan kaldırır, üzerinde pul pul oynaşan güneş paralarıyla denizi görürdüm. Kütüphanelerden söz açtım; cenneti dünya kadar büyük bir kütüphane olarak hayal eden, “ben yaşamadım, okudum” diyen Borges ömrü boyunca bu hülyayla yazıp yaşadı; kitaplardan, anlatılardan, efsanelerden beslendi. Üstelik kendisi de kütüphanecilik yaptı bir dönem. Fakat otuz beş yaşında iki yüz elli binden fazla kitabın arasında kaldığı o kutlu vakitte artık kör olmaya başlamıştı. Hayat!

Yukarıda andım, insanımız yaş alıp okul – ödev yıllarını geride bıraktıkça bağını koparır kütüphanelerle. Ancak kimi ücra yerlerde sevgililer, pastanede, kafede tanıdıklarla karşılaşmadan buluşmak için seçer kütüphaneleri. Zaten bizde okumak, genelde çocukken yapılan iştir. Koca adamların kitapla defterle, kâğıt kalemle ne işi olur! Ara sıra yargımız, ceza olarak kimi suçlulara günün belli saatlerini “kütüphanede geçirme hapsi” verir. Suç işlesem, böylesi cezaların başımın üzerinde yeri var.

Gelgelelim fazla kütüphanemiz yok; Batılı ülkelerle farkımızı, okurluk üzerinden açıklayan sayıları sevmem. İstatistik, her durumu açıklayacak diye kural yok… Ama bilgi olsun, Türkiye’de en çok kütüphane İstanbul ve Ankara’da. İstanbul anıldı, Ankara’yı es geçemem. Başkentin köklü kütüphaneleri var. Sıhhiye’de Türk Tarih Kurumu, Kavaklıdere’de Türk Dil Kurumu, Bahçelievler Son Durak’ta Milli Kütüphane; yanı sıra Bilkent Üniversitesi Merkez Kampüs ve Tübitak kütüphaneleri…

En önemlisi hiç şüphesiz Adnan Ötüken tarafından kurulan, dünyanın en genç resmi devlet kütüphanelerinden: Milli Kütüphane. Ne zaman ki sınav dönemidir, kapısında uzun kuyruklar… Burada iki adet çalışma salonu var. Genel salon denen büyük alan, bir de Adnan Ötüken Salonu; cevherindeki yaşamı var eden mekânlardan biridir, dikkat isterim: Burada zaman, mekânın kendi ruhundaki zamandır, oradan akıp gider. Müdavimlerinin tanış olduğu, selamlaştığı, gündeliğin dışında akan yaşam alanı. İkinci salon, diğerine göre soğuk, tenha; nefistir manzarası! Hayal et hele, akşam olmuş, hafif gri Ankara’nın sarı ışıkları yanmış, dışarda belki kar, masa lambası açık, her masada sencileyin yalnızlar ders çalışmakta. Delice, kaygısız ders çalıştığım günleri hatırlamak iyi geliyor, özlüyorum.

Konuya zor odaklananlar için kütüphane ortamı epey faydalı diye not düşeyim. Sıcak evde, kararmış odada her zaman tek başına ders çalışılmaz; türlü şey çeler insanın aklını. Fakat yüzlerce kişinin aynı anda çalıştığı o yalnızlıkta, kusursuzluğu, sessizliği düşün.

Kütüphane, kederi, yalnızlığıyla, taşıdığı dünya kadar bilgiyle modern insan için halen kaçış, halen soluklanmak için bir alan. İyi ki var.

Ey okur, bitir yazıyı da kalk git kütüphaneye…

Bu metin, Söyle Juliet Sana Ne Yaptım‘da bulunuyor.