‘Herkes Yalnız’ Onur Caymaz’ın okura farklı pencereler açan dünyasının, zamana tanıklık eden ve zamanımızın insanlarının iç dünyalarını kurcalayan öykülerinin toplamı.
Çöp evlerden örgüt evlerine, Ali İsmail Korkmaz’dan polis Kadri’ye, alkolsüz yapamayanlardan çok âşık olanlara… Türkiye manzaraları.
Bu kitabın işaret fişeği, doksanlarda polis muhabirliği yapan eşinin yazara aktardığı bir muhabirlik hikâyesi… Şöyle anlatıyor Caymaz: “Biliyorsun artık güzide basınımızda muhabirlik yok, bir tür “bavul” ticareti uygulanmakta. Patronun emrettiği haberleri yapana, görmediklerini gördük diye satana, yazı yazmayı bilmeyen köşeyazarına gazeteci deniyor ülkemizde. Geçelim. Beni neredeyse yazmak zorunda bırakan bir hikâye dinlemiştim eski polis muhabiri eşimden. İki devrimci genç, örgüt evi baskınında vurularak öldürülüyor. Muhabir arkadaş da bu haber için fotoğraf çekecek. Yaz günüdür. Ayağında kışlık postalları var ama… Ayakkabı alamamış. Yoksulluk insanların en çok ayaklarından anlaşılır, o yüzden dost başa, düşman ayağa bakar. Çorabı da yok üstelik. Çorapsız bot, ayağını yara yapmıştır, her adımı bir sızı. Bu arada ölen genç arkadaşlardan birinin ayağında, tertemiz, yeni, beyaz çoraplar vardır. Devamını tahmin ediyorsun. Ben efendi gibi altı yıldır çalışmakta olduğum romanımla uğraşadurayım, bu hikâye peşimi bırakmadı.”
Hikâye rahatsız etmiş Caymaz’ı, üzmüş: “Zaman zaman türkü dinlediğim sıralarda aklıma gelerek yıkıp geçti, bir diken gibi büyüdü içimde. Sonunda hesaplaşabilmek için yazmak zorunda kaldım. Hesaplaşmak için yazılmayan şey neye yarardı zaten. Etkisini biliyorsun, okuyunca gördün, kitabın arkasına da yazmıştım zaten. Beni değiştiren, bana dokunan, okuyana da etkiyecekti… Buna emindim, öyle de olduğunu duyuyorum çeşitli okurlardan. Acıdan mutlu olunur mu? Olunmuyor. Bir küçük hafiflik belki, acıyı paylaşmanın inceliği.”
“Peki, acılardan başka anlatılabilecek kalıcı hiçbir şey yok mu? Ne hakkında konuşursak konuşalım asıl anlatılan, acı mı olacak hep?” diye soruyoruz… Şöyle yanıtlıyor Caymaz:
“Öyle olmayabilir ama bana kitabın kimi bölümlerini yazarken, özellikle Özgür Gündem’deki muhabir Serdem’in dağa çıkmadan önceki son İstanbul gecesini yazarken hep böyle gibi geldi. Sadece acılar varmış gibi. Kalıcı olanlar, hatırladıklarımız acılardır sadece. Mutluluklar çabucak unutuluyor. İnsan yalnız başına kaldığında daha çok acıları anımsıyor.”
– Her şey yazılabilir mi?
Bu biraz da yazana bağlı… Yetenek meselesi. Bir de tabii o her şeyin ne olduğuna. Dünyanın en anlaşılmaz, “su gibi akmayan” (bizde şimdi öyle bir mevzu var biliyorsun, iyi roman su gibi akan oluyor) romanı Finnegan’s Wake (demek ki iyi roman değil Joyce’un bu başyapıtı, zira hiç akmaz, öldürür) bir ev halkının gece gördüğü düşleri anlatır. Kısaca bunu anlatır yani. Nasıl yazılmış sanırım buna bakmak gerekiyor, bugün artık temel meselemiz bu, ne yazıldığı kadar, nasıl yazıldığı önemli; hatta nasıl yazıldığı daha önemli artık. Bir de asıl sorun şu olmalı Işıl, senin dediğin gibi yazılabilir mi değil; yazılmalı mı? Her şey yazılmak zorunda mı? Hatta belki şöyle; her şey yazıldıktan sonra yayınlanmalı mı? Basılmalı mı? Okura ulaşmak zorunda mı her şey? Yazar her yazdığını bastırmalı mı gibi bir soru da var? Bir konu da şu tabii: Her acımız yazınsal malzeme olmalı mı? Bazı şeylerin, yazılmadığı zaman “olmuş olmadığını” söyleyen de var ve buna sıklıkla ben de katılırım, o zaman şöyle de sorulabilir, her şey “olmuş olmalı” mı?
– Her hayat roman eder mi?
Niye etsin canım! Roman o kadar ucuz şey mi? Yani tabii ucuzu da var aslında, marketlerde falan satılıyor ama ucuzlamasın yahu! Elimizde bir edebiyat kaldı, bari o ucuzlamasın. Her hayat roman etmemeli. Ettiği zaman sıkıcı olabilir. İnsanların hayatlarının “yaşam” olmadığı bu ülkede hele… Camus zaten Mersault’nun hayatını yazmış Yabancı’da. Yeter o. Celine Bardamu’yu yazmış, tamam. İnsanın ömrü, dediğimiz şey biraz da yazılamaz oluşuyla, yazıya sığmamasıyla var zaten.
– “Kitapta, derdi olmayan insan niçin oturur da kâğıda dağılır? Yazmak, bilmekten çok bilmemek değil mi? Hem yazılmış olan, kendisini yazandan sürüyle şey gizlemez mi?” diye soruyor anlatıcı, peki Onur Caymaz biliyor mu yanıtı?
Bilmiyorum vallahi! Eskiden ben çok şey bildiğimi sanan ukala herifin biriydim. Yirmili yaşlarımdan söz ediyorum. Kırka iki kaldı şimdi! Bir zamandır bildiğim tek şey, ne kadar az şey bildiğim. Bazen öğrenmek, anlayabilmek, yenişebilmek için, bazen de başkalarının kafalarını karıştırmak için yazıyorum. İyi bir edebiyat eserinin çözüm sunacağını düşünmüyorum. Çözüm sunduğu zaman ona kişisel gelişim kitabı diyoruz. Onu da okur değil, müşteri okur zaten.
– Aşk?
Aşkın odu geldi yüreğim harlar Aşkı olan arı namusu neyler Be hey Yunus sana söyleme derler Ya ben öleyim mi söylemeyince
– İnsan neden en çok anlamadığını seviyor?
Anlamak deşifre etmek çünkü. Gizini çözmek. Sırra ermek. O yüzden türkü seven, şiir seven, sinemadan müzikten anlayan insanlarla birlikte olmak gerek. Bunlar gözlerinden rüya çekilmeyen insanlardır çünkü. Her zaman kendilerine yeni gizler kuşanabilecek, renkli insanlar bulmalı. Öteki türlü, ömrü birkaç yıl süren maceralara dönüşüyor ilişkiler. Kimi insan Murat Menteş romanı, kimisi Proust romanı. Hal öyle olunca arada büyük fark oluyor. Birinde giz var gibi görünüyor, geriye sadece tortu kalıyor boş çünkü; diğeri bittiğinde darmadağın ediyor hayatı, yeniliyor, çarpıyor, iz bırakıyor. Kötü olan ne biliyor musun, bunların ikisinin de romancı olarak anılması. Hayat adaletsiz!
– Türkiye nasıl bir mekanizma sizce?
Değirmen bu ülke, hepimizi öğütüyor. Acıtıyor, hasta ediyor, bunaltıyor ama yine de seviyor insan, vazgeçemiyor. “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor,” diyordu Tanpınar, günlüğünde. Tanpınar da ayrı vaka tabii, herkes Huzur’dan bahsediyor ama kimse bir Huzur Müzesi ya da Tanpınar Enstitüsü olması gereken Narmanlı Han’ın otele dönüşmesinden delicesine üzüntü duymuyor. Her şey gelgeç… Her şey en geç yirmi altı günde unutuluyormuş bir istatistiğe göre. Hiçbir şey sorun değil bu ülkede. Unutursak kalbimiz kurusun diye yemin verdiğimiz, unutmamamız gereken ne çok ölümüz birikti. O kalpler kurumuyor bir türlü. Türkiye bitti bence. Yeni Türkiye falan da yok, İlber Hoca o konuya son noktayı koydu. Bir tane Yeni Türkiye vardı zaten, o da 1923 yılında kurulduğunda yeniydi. Eskidi artık. Kimsesizlerin kimsesi diye yola çıkılmış, sonuna gelindiğinde bir sürü kimsesizle süreci tamamlamış tuhaf bir deliler evi. Bana kalırsa çöktük. Her anlamda çöktük hem de. Ahlaken, vicdanen, fiziken, tüm kategorilerde. Türkiye bugün yandaş gazetesinin kâğıdını bile üretemiyor biliyor musun? Ama çöküş iyidir. Hareket iyidir çünkü. Gökyüzünün altında kaos oldukça her şey iyi olacaktır. Buradan bir sürü yeni yere, yeni şeye gideceğiz, bilimin, aklın ışığında başka yerlere gideceğiz. Gitmek zorundayız. Dibin daha dibi yok, mecbur sıçrayacağız.
– Unuttuğumuz kelimeleri sormak isterim…
Ben sana bir tane söyleyeyim hemen. “Elden düşme” mesela. Bu güzel deyim çıktı hayatımızdan. Yenisine sıfır (yani yok) diyebilmek için ikinci el diyoruz elden düşme yerine. Sanki bir üçüncü el de varmış gibi. Portakal rengi demiyoruz artık mesela ya da turuncu; oranj diyor insanlar, unuttuk. Filizî diye bir renk yok artık, Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı romanını hatırlatır, yok. Artık daha çok “set ediliyor”, “handle ediliyor”, meşk edilirdi eskiden. Aşk kelimesini unutmuş olabiliriz mesela. Yunus nasıl bakmış bak: Aşk makamı âlidir, aşk kadim ezelîdir / Aşk sözünü söyleyen cümle kudret dilidir. Bir de Serdar Ortaç nasıl bakmış aşka bak: Aşk bu kızılötesi, yaralı müzesi. Dilimizin, kelimelerimizin sınırları dünyamızın sınırlarını belirliyor. O yüzden ufkumuz daralıyor, penceremiz kapanıyor. Bu kadar yoksul bir dille düşünülemiyor. Salâh Birsel’in, Sait Faik’in, Füruzan’ın kelimeleriyle konuşmuyoruz artık.
– Öğrenmek yerine, anlamadığı şeye kızan, bilmediğinden korkan insanlar ülkesinde cesurların korkakların arasından çıkması şaşırtmalı mı?
Böyle demiştim değil mi kitaba adını veren hikâyede. Şaşırtmaz. Çünkü ancak korkakların arasından çıkan adam cesur olduğunu fark edebilir. Önceden korkmuş olması gerekir çünkü. Hiç korku duymadan ortalığa atılsa kahraman denir ona. Artık kahramanlar çağı da geçti biliyorsun. Artık korkakların arasından çıkan cesurların çağındayız. Nasıldır biliyorsun, Gezi’de buna çok sık rastladık, cesaret bulaşıcı bir şey. Bir yerde bir cesaret dalgası başladı mı alıp yürüyor. Karşı tarafı bunca korkutmasının bir sebebi de bu zaten. Karşı taraf, bizim iyi ve korkak insanlarımızın daha çok korkağı barındırıyor. Her güçlü olan haklı olsa, dünya daha farklı bir yerde olurdu değil mi!
– Ne kadar yaralıyız?
Çok yahu, çok yaralıyız deli misin! Ama Ahmed Arif var yanımızda ama: “Bir bilsen kardeşlerim ne can çocuklar,” diyen bir adam, “baharın geçer” der bir şiirinde. Sığınacak bir geleneğimiz var, Yunus var, Cemal Süreya var. Kitaplar, türküler, çocuklar var. Kazancakis’in, Zorba’daydı galiba bir cümlesi var: “Dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.” Böyle diyor o güzel adam Zorba. Bu zorbalar ne bilsin. Ama var işte. Varken niye korkalım! Evet umutsuz bir sürü olay, insan dolu her yan. Bunlar geçecek, yeni yaralar da başlayacak üstelik. Ama onlar da geçecek Işıl, “bir bilsen, kardeşlerim ne can çocuklar…”
– Herkes, herkesin ne kadar yalnız olduğunu bir vakit anlayabilecek mi dersiniz?
Asla… Hiçbir zaman…
Birgün Gazetesi