Nokta

çok erken gittiği için babama. aziz hatırasına…

Yine ortancalar altı camının,
Dışarıda sükûnu yaz akşamının,
Bahçemiz sulanmış, ıslak her çiçek.
Kapı çalınacak, babam gelecek…

Ziya Osman SABA

(Geçen Zaman, Bir Oda Bir Saat Sesi, 1942)

-Rakı kapağı bulmuştum.-

Bayramlarda yolların iki yanını birleştiren şenlik süsü: Tak

Toprağın üzerinde rakı şişesinin kapağı…

Tekel’in. Sararmış, kim bilir kim atmış. Duvarın arkasındaki arnavutkaldırımlı mahallelerin birinden fırlatıldı belki. Akşamüstü, sevgilisinden ayrılmış biri, hafif kostak, cebinde tarağı. Hayatı bırakmış, vazgeçmiş, terk edilmiş, terk etmiş… Parasız ve yalnızdır da belki; ne olursa, kim olursa olsun yarım şişe rakı almış, hesaba yazdırmış, suyla karıştırmıştı bakkalda. İçe içe karıştığı sokaklar, iç içe.

-Güz sarısı rakı kapağı…-

Eski Mısır’da tanrı: Ra

Kâğıdın üzerine koyduğunda yuvarlaklar çizebilirsin kapakla. Dükkânın önündeki çardakta yarım bırakılmış bulmaca vardı. Dağılır gidersin. Düşünceler toplanmaz, ellerinin arasından dumanlar akar gider.

Arnavutkaldırımlı sokaklardan çağrışımlara bıraktım kendimi. Deliler gibi. Sanki gözlerimin içinden kameraya alıyordum seyrettiklerimi. Pazar sabahı, feci yağmur yağıyormuş mesela. Kireçburnu’ndan Ortaköy’e giden otobüsün arka camından izliyormuşuz. Eski Türk filmlerinden olsun bu. Az sonra nice yüze ayna olmuş arka camdan başlangıç yazıları geçecek. Yönetmen. Senarist. Oyuncular.

Türkan Şoray ile oynamak istiyorum bu hikâyeyi.

Hikâye mi? Toparlayamıyorum.

-Sarıydı kapak. Sarısı içine kaçmış dünya…

Bizmutun simgesi: Bi

Rengi koyuydu kapağın, içi kahverengiye dönmüştü artık. Anasonun toprağa karışırken yaydığı hüzünlü koku… Kar yağarken meyhanede içtiğin rakıya para vermezdin. Telefon defterinde parmaklarının izleri vardı. Dükkândaki masanda bulduğum kâğıtlarda yazdığın son yazılar: 2 meksefe, 1 paket buji. Karbüratör temizlendi.

İtalik yazmış, silinmiş gitgide. Kâğıtların üzerinde siyah lekeler. Elleri değmiş, yarım yamalak, gömlek kolları kirliymiş, kazağı benzin kokuyormuş; kapının önünde geceleri dükkânı bekleyen kurt köpeği. Dodge marka kamyon, siyah beyaz fotoğraflarda, şimdi rengi bilinmeyen; eskiden siyah beyaz. Kar yağıyormuş sokaklara. Sokaklarda kar prenses, peri kızı, lacivert günlük gibi geziyormuş mesela. Mesela, masala kahraman lazımmış da doğmuşum. Gözlüğü duruyormuş masanın üzerinde. Bulmaca çözmek, günün sözünü okumak, gazetenin verdiği cep telefonunu alabilmek için kupon toplamak…

-Tekirdağ Rakısı-

Sol üst köşede resmi olan aktris: Türkân Şoray

Karpuz iyi olur Tekirdağ’da. Eylülde palamut çıkar. Hem de kocaman palamutlar. Buğulaması nefis olur; basacaksın soğanla maydanozu, üstüne de defneyaprağıyla domatesi… Dışarıda pencerenin önünde sonbaharın çılgın sokakları; mavi yeşil denizi güzün… Köşe başlarında; Nişantaşı’nda, Şişli’de kasımpatı satan çiçekçiler. Aynaya benzer ıslak, gıcır görünümler. Derken kim bilir nerede okumuştum, vapurdumanı çiçeği varmış. Her ayrılıkta, şimdi uğultulu lodosun içinde öten vapur düdükleri, rüzgârda uçuşan kırmızı atkı.

Palamutun yanında en iyi kırmızı soğan giderdi. İçtiğimiz lokantalarda garsonların limon suyuyla taranmış saçları… İyilikle dolu geçen günlerdi işte; dostlarımızla, sevdiklerimizle beraber, peri masalı olan mazi. Biz görmedik ama kesin vardı.

Mesela dükkânında evvelce çalışmış tamirci çırağı Kemal; çoğu kereler kızıp kulağını çektiğin, onulmaz acılar içindeyken karşına alıp öğüt verdiğin ama kızmayı yine de ihmal etmediğin. Hapisteyken ziyaret edip çiçek götürdüğümüz solcu uzak akraba… Sislerin ardında kalmış, Kuzguncuk meyhanelerinde, balık ağlarıyla süslenmiş güzel günler.

Sevdiğin yerler vardı. Gidemedik. Sevdiğin yemekler… Yiyemedin.

Otobüsün arka camından yazılar geçiyor. Türkân Şoray. Hümeyra.

Filmimiz başlamak üzeredir.

-Rakı kapağı diyorum sadece…-

Eski dilde ben: Ene

Makamlı sesler duyuyorum. Sokaklar, bulvarlar, hayat. Büyük kalabalığın içinden geçiyorduk. İçimden büyük kalabalıklar geçiyordu. Evdeydin. Zayıflamıştın, sessizdin. Geçmiş günlerden, masadaki şişeler biz bağrıştıkça sallanıp duruyordu. Tartışıyorduk. Sayfaların arasında yorgun ellerinin gezindiğini telefon defterindeki parmak izlerinden anlıyorum.

Evden kaçmıştım. Gidebileceğim yerlerin telefonlarının üzerinde senden lekeler kalmış: Dirim (Kadıköy), Ali ev (tiyatrocu), Tepum İş Merkezi, Murat (Janet Hanım). Lekeler. Siyah, yağlı, parmaklarının çizgileri görünecek neredeyse. Belki de gözümde derinleşip büyüyor yaşananlar. Yokluğa karışacağız.

Bulmaca çözmeyi seviyordun, beni arayacaktın şimdi, bulacaktın da. Eve çağıracaktın serserini. Kıvırcık saçlını. Şairini. Kadıköy’de kayalıkların olduğu yerde, kim bilir kimin doğum günü, hangi şairin ölüm günü kim bilir? Elimde Güzel Marmara, dalgalar çarptıkça tuz akıyor üzerime. Sular akıyor. Aralıksa üşüyorum, yanıyorum ağustossa.

Derinleşen parmak izlerinde cami kubbeleri görüyorum. Derinleşen izlerinde… Derinleşen…

-Küreğin ucunda rakı kapağı. Çocukken masada dururdu, dilimi içine değdirir şekerli tadında kalırdım. –

Ünlü yazarımız: Selim İleri

Kim bilir hangi şarkı çalıyordu teypte? Akıp gidiyordum çağrışımlarda. Sel gibi. Çok yağmurlu Fikirtepe akşamı, zemin kattaki evin koyu perdeleri. Yâr yatağında, elimde şiir kitapları, devrim yapmıştım. Yâr yatağında demişim, pardon; yer yatağında. Önünde kaloriferin, petekler sırtıma batarak, sıcak uçları; devrim yapmıştım. İçimdeki iktidar düşmüş, gözlerimin önünde kral devrilmişti.

Dükkânın kapısında kare kare camlar vardı. Tatile gittiğimiz SSK kampındaki yemekhanenin camlarını andırıyordu. Çocuklarla toplaşıp akşamları balık tutardık. Kartal taraflarındaydı. Şimdi üzerinden yol geçiyor. Şimdi üzerinden sürüyle adım anılarımızın… Oranın yemekhane fişi kalmış cüzdanımda. Haydarpaşa – Adapazarı hattında işleyen trenlerin biletlerine benziyor. Küçük mukavva parçası, 3,5 x 1,5 ebadında, açık yeşil, biletçinin gelip damga vurduğu. Ara sıra trenlere binen sucular, tükenmez kalemciler, vergi iade zarfı satanlar: Aldıklarınıza ilaveten tarak verirler, damla sakızı ikram ederler.

Artistler kahvesinden figüranlar da bulmak lazım. Yadigâr Ejder öldü. Erenköy’den geçerken ilkyaz, Suadiye’den geçerken kış. Dükkânın kapısında kare kare camlar vardı. Uzun selvi ağaçları. Düşündüklerimi toparlayamıyorum. Selvi yerine servi demek istiyorum nedense, alnının yazısı yerine anlının yazısı. Sesleri alan: Erkan Esenboğa.

-Bir büyük açılır, ilk kadeh doldurulur, iyidir; şişenin kapağını kapatmak unutulur, öpüşülür, konuşulur…-

Ünlü yazarımız: Selim İleri

Küçük araba, sarı renkli, Volkswagen bile daha büyüktür. Bizim oturma odasına bile sığar bu araba, demiştin. Gülüşünde gece kokan pencereler vardı, içeri yağmur dolan, kayıp akşamlarımız, sevdiğimiz şarkılar vardı gülüşünde.

Oysa son görüşümde yırtık, yorgun, geriye doğru savrulmuş yüzündeki anlam, otel odalarının yalnızlığı, tarihi hamamların olduğu sokaklar, karanlık bayram akşamları, kar akşamları; hatta sadece akşamlar.

Bizim küçük araba: Markası Topolino; Yugoslavya’da tarlaları süren çiftçilerin, ekili arazide kullandıkları, vitesi bire takmadan duramayan. Bu küçük sarı araba, beni üniversite giriş sınavına götüreceği sabah, arka koltuklarının tamirde oluşuna ne çok üzülmüştü: Annemle babam önde; on yedi yaşım arkada, eğreti misafir, …

Üzülmüştün mutlaka. İyilikler olsun isterdin. İyilikler yapabilmek. Bil ki yaptıkların yetmedi, yapacakların vardı; olmadı. Bil ki olamadı.

-Üzerinde küçük böcekler geziniyordu, sonsuz sarıydı kapak. Yüzünün rengi, ayakların sapsarıydı.-

Bir kitap adı: Canşenliği

Boğaz Köprüsü’nden nereye doğru geçerken para verilir, öğrenemedim; Avrupa’ya mı, Asya’ya mı? Yolda yürürken binalar üstüme yıkılacakmışçasına tedirgin oluyordum. Geceleri uyurken ansızın korkular, sanki deprem olacak da tonlarca beton…

Nasıl anlatmalı, şuracıkta yangın çıkacağına, taşların altında kalınacağına, gemilerin batacağına, arabaların kaza yapacağına dair karamsarlıklar. Sevgililerin ayrılacağına, piyangoların çıkmayacağına, elektriklerin kesileceğine, asansörde kalınacağına, çukura düşüleceğine, köpek ısıracağına… Müjdesiz, çiçeksiz telgraflar bekliyordum.

Pembe, odanın rengidir; sarı, koridorların. Yatak çarşafları beyaza çalar. Lekesiz. Yan tarafta doğumhane var. Yeni doğmuş çocuk ağlaması. Saçları ıpıslak, pespembe yüzler. Hayata tutunması, koparıp çekmesi için onu kendine, tırnaklarının var olduğunu görmüştüm yenidoğanın. Yaşasın, büyüsün diye. Ölenlerin de uzarmış tırnakları, niye?

Odan Sanayi Mahallesi durağındaki üstgeçitten görünüyordu işte. Gidin bakın, sağ tarafı askeriyenin arazisidir; oraya doğru değil, diğer yana. Orada, mavili beyazlı bina; içinin pembesi zar zor seçilen küçük odalar. En üstün altı, sağ köşede, sondan hemen önceki odayı görün, beyaz tül perdeli. Ağaç dalları arasından akşam olacak. Hemen üstgeçidin yanındaki sokak lambası; sokak lambaları ah, içinizi yakar.

Hasırlı Meyhane’yi bulmuştuk, masa örtülerinin rengi pembe beyaz… Senin için içmiştik, patlıcan kızartması, peynir, kavun, rakı; sen içemiyordun ya… Fotoğraf makinesinin objektifinden Suna’yı gördüm, arkasında caddenin ışıkları vardı, tellere asılı mor çiçekler. Üstgeçitten görünen odanın penceresinden bakın, siz de görürsünüz. Suna vardı o odada. Saadet vardı. Görün: Donup kalmışlardır orada.

Sen vardın.

Saadet, kuruyan dudaklarını siliyordu ıslak pamuklarla (Saadet’i kim oynasın: En iyisi Hümeyra). Alnın terliydi. Nefes almakta zorlanıyordun. Üstüne üstlük ciğerlerini üşütmüştün. Yani öyle söylemiştik sana. Yakında eve döneceğiz, demiştik. Fener’in maçını izleyecektin. Kalkıp kendi başına tıraş olmak istemiştin. Üç aydır aç olduğun için ayakta duracak halin yoktu. Fakat hayata tutunan ellerin vardı işte. Ellerin; kulağımı çeken, harçlık veren, bayram sabahları öpüp başıma koyduğum; temiz mendiller iliştirirdi cebime. Ellerin hayatın adaletsiz olduğunu bilirdi.

Giderken allahaısmarladık mı denilir güle güle mi? Hâlâ karıştırıyorum.

-Çok üzgün rakı kapağı…-

Mezar, karayer: Sin

Hayatı yazmalıydım. Hayat yazılmaz üstelik biliyordum ama istiyordum. Israrcıydım. Hayatı yazmak, yaşananı yazmaktı belki, ne fark eder, denerdim. Klasik derlerdi, klişe derlerdi; diyecek laf bulurlardı, işleri budur. Klişeden bunca korkmalarının sebebi ona erişemeyecek olmalarıydı…

İtiraf etmeli: Hastaydın, yemek yiyemiyordun. İçinde büyüyen parça sinsi sinsi, kırıcı; seni engelliyordu. Yiyemiyordun. Marketten alışveriş yapmıştık. Hediye kuponu kazanmıştık. Sana hamburger alacaktık.

Eve geldik. Balkondaydın. Serumunu çözmüşlerdi. Günlerdir açtın. Ancak bağırsaklarına bağlı borudan, kocaman şırıngayla verdiğimiz mamalar… Çökük yüzün. Yeşil karası gözlerin. Yeşil karası ne demek bilmiyorum. Yeşil karası. Balkondaki büyük hasır sandalyede oturuyordun. Hasır. Ihlamur kokuyordu, akşamdı. Yavaş yavaş yaz bitimleri. Yavaştan ömür geçişleri. Hamburgerin sarılı olduğu kâğıdı gördün. Senindi. Senin içindi. Kaç yılın diyetiydi belki, kaç asrın. Paha biçilmez emeklerinin karşılığı şimdi bir hamburgerdi. Kıyma, turşu, ketçap, mayonez, ekmek. Yuvarlak, avuç içi kadar.

Avuç içi: Aya

Bir taneyle doymamı istemezdin; oysa bir taneyi bile zar zor bitirmiştin. Gülümsedin, doğrulmuştun: “Başka şey isteseydim Allah’tan, olacakmış demek, nasıl da canım istiyordu.” Canının, isteyecek hali yoktu, biliyordum. Canımdan akıp gidenler, içimden, ömrümden eksildi. Kanım dondu. Mutfak duvarına yaslandım, sonsuz ağladım. Allah’tan başka şey isteseydin keşke.

Otobüsün arka camında izlediğimiz filmin en güzel sahnesiydi bu. Suna’yı Türkân Şoray oynayacaktı; benim için talip olmadı hiçbir oyuncu. Kararmış fotoğraf çerçeveleri istediler, kabul etmedim; buzdolabında hastaneye giderken bıraktığım gazoz şişesi vardı, iyice soğumuş, istedi, yüz çevirdim; kalemlik vardı masanın üzerinde, iki yunus balığı heykelciği, küçük albüm, tütsü. Hepsine hayır, hayır hepsine!

-Hava toprak kokuyordu kapağı bulduğumda, yorgundum, herkes bana bakıyordu, derken taşları yerine koyacaktı Serdar.-

Eski dilde bağırsaklar:

Bunu çözememişsin. Baktım, hiç harf çıkmamış. Sağdan denemişsin, orada riyaziye sorulmuş; matematik demek. Mat’ı bulmuşsun, bir de en sondaki k’yı. Civardaki diğer sorulara bakmışsın. Labada sorulmuş. Ancak labadayı bilirsen riyaziyenin dördüncü harfini bulursun. Cevap efelek ama bilememişsin. Cevap yok, cevap verememişsin.

Serdar eskiden otobüslerde çalışıyormuş. Şimdi özel şofördür. Hâlâ gördüğü otobüslerin peşine takılıyor arabayla; en çok tıs tıs eden seslerini dinlemeyi seviyorum, diyor. Tokat’tan gelmiş. Hacıhüsrev’deki bekâr evlerinde kalmış ara sıra. Kırklık ampullerin ışığında yerden sigara toplayan bitli adamlardanmış. Battaniyesini yatak eyleyip yatmış. Şehirlerarası yollarda muavinlik; uykusuzluğu tanımış. Yolların sonsuzluğunu öğrenmiş.

Zamanında mezarlıklarda çalışmış. Ölü gömmüş, tabut taşımış, toprağı kazmış. Derken hemşerisi mermercinin yanına çırak girmiş, usta olmuş. Mezarlar için mermer yapmaya başlamış. Rakıyı çok sevmiş, en çok çirozla sevmiş. Sonra taşçılık. Hüve-l baki yazmayı öğrenmiş taşlara. Doğum ölüm tarihleri arasında hayat hikâyeleri kurmuş.

Askere giderken ölümden kazandığı parayla, hem de harama gönül düşürmeden zengin olmuş. Sahtekârlık yapmadan hem de. Emanet bıraktığı dükkânda, ödeme için milyon yazamadığını sanarak üç sıfır daha ekleyip milyara imza atan abisinin yaptığı hata, askerden dönüşte sürpriz yapmış: Bakmış ki beş parasızdır; kısmet deyip büyük bir şirkette özel şoförlüğe başlamış, gocunmamış. Helalinden de olsa ölümden para kazanılmadığını düşünerek avunmuş.

Talat Bulut oynasın Serdar’ı. Bıyıklarını kesmesin. Kot montunu giysin üzerine. Saçlarını ıslatsın. En bıçkın, en delikanlı, en içli haliyle oynasın. Adı Serdal olsun da filmdekiler ona Serdar desin. Serdar kızın birini çok sevsin, aileler yüzünden ayrılmış olsunlar.

Ah eski dilde kayıplar… Hatıralar çok eski dilde…

-Rakı kapağı. Şişli’de bahar. Hasırlı Meyhane. Sensiz Saadet Neymiş çalıyormuş içeride.-

Boru sesi: Ti

Yeşildi, gözlerini hatırlatan uzak, içli yeşil. Kaç kere yazdım kim bilir? Kaç kere söyledim yaşamadığını. İyi yaşayamadığını. Ameliyat çıkışında doktor anlatıyor: “Durumun bu kadar kötü olacağını düşünmemiştik…” Ameliyathanenin yanındaki kafedeydik. Kız kardeşin, teyzemin kocası Rasim (Macit Koper) oturuyorduk.

Kimsenin kimseyi sevmediği şeydi hayat. Tavanda, köşede, sesi sonuna kadar kısılmış küçük televizyon. Türk filmi. Belki de şu an yazdığım filmdi, kim bilir. Yerin altındaki kafe. Ayran içiyoruz. Ameliyattan çıkanlar, ameliyata girenler. Bu hastane, ülkemizin en büyük SSK hastanesiymiş. Alt katlar bütün bütün ameliyathane.

Kız kardeşin, içerde ne olursa gelip bize de söylemesi için ameliyathanede görevli hastabakıcıya para vermek istiyor. Yanında bozukluk yokmuş, Macit’e söylüyor. Bakarım diyor Macit; “ortalık yerde adamcağızın gücüne gitmesin.” Derken göstere göstere cüzdanına davranıyor kardeşin, bakıcıyı köşeye çekiyor; sigara alırsın kendine, diyerek adamın cebine para sokuşturuyor. Bu durumda bile kulağıma eğilip Macit’in dedikodusunu yapıyor: Biz başkayız anacım, diyor. Kimsenin kimseyi sevmediği şeydi hayat. Onlar gerçekten başkaydı.

Hatırlıyorum hastabakıcıyı: Çipil gözleri vardı, burnu kemerli. Başındaki boneyi çıkarıp yanımıza gelmişti. Ameliyat başlayalı henüz yarım saat olmuş. Uzun boylu, çok zayıf, beyaz saçlı, ölüm meleği. Sır verircesine yaklaşmıştı kardeşine: “Hastanın durumu beklediğimiz gibi çıkmadı abla.”

İlyas Salman’ı gördüm televizyondaki filmde. Kitap fuarında, yanına gittiğimi hatırladım. İmza günüydü. Ağzı votka kokuyordu. Portakal suyu – votka içiyor, şiir kitabını imzalıyordu. Onun şiir kitabı olduğunu bilmiyordum.

Hastabakıcı son gelişinde, mecburen boru taktık abla, demişti. Boru takmışlar. Neden? Kimse konuşmuyordu. Boru takmışlar, diyorlardı sadece. Bağırsaklarına boru takmışlar. Yakın zamanda midesinden dolayı yemek yiyememeye başlayacakmış. Yazarken şimdi belki duyar; içim titriyor: Tümör kısa sürede mideyi tamamen saracakmış. Sapsarı duvar dipleri anımsıyorum düşlerimden.

İlyas Salman’ın sesini duyuyordum da anlayamıyorum türküsünü. Ağzından buharlar çıkıyordu. Geceydi. Soğuktu. Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu… Otobüsün arka camından sokaklar su içinde. Diplerdeki evleri sel basmış. Çağrışım seli. Değişik mamalar varmış, pirzola yedikten sonra alacağı vitamini onlardan da alabilecekmiş; takılan borudan şırıngayla verdiğimiz zaman sindirmiş gibi olacakmış. Neden?

Duvar dipleri yine. İki ayağımın üzerinde askerde olduğu gibi yere çöküp, geceleri yıldızlara bakarak seni, Türkân’ı, Hümeyra’yı, hayatımızı düşünerek… Askere gittiğim gün nasıldı; beni havalimanında bıraktıktan sonra eve gidip odanın kapısını kilitleyerek, koca adam, hüngür hüngür ağlamışsın ya, duvar diplerine çöküp keskin ilaç, çamaşır suyu kokusu duymuştum, aralık tuvalet kapılarından yaz rüzgârına karışmış sidik ve antibiyotik ve serum ve gözyaşlarım…

-Şeytan diyor ki anasını satayım yak mangalı, iç rakıyı…-

Havai fişek: May.

Cevap maytap olacaktı besbelli, may çıkmış sadece. Bulamamışsın. İçemediğin rakı, yakamadığın mangal için pişmanım. Yaz boyunca gün günden eridin. Nisandan temmuza dek… Hümeyra ile karşılıklı yataklarda yatıyordunuz. Kusmaya da başlamıştın. İçinde kimsenin durduramadığı sinsi telaş: Tümörden büyük parçalar dağılıp parçalanıyor; dağılan parçalar kan damarlarına yapışıp kanını emerek büyüyor, kocaman parçalar oluyor; kocaman parçalar tekrar parçalanıp küçük parçalar haline dönüşüyor, kan damarlarına yapışıp tekrar kanını emiyor; büyüyüp daha çok parça oluyorlar ve daha çok ve daha da çok ve durmaksızın…

Tanı: CG 103 tümör bölgesinde inoperaktif mide CA. Uzak metastaz

Tedavi: Yok

Oturduğumuz mahallenin yan tarafındaki büyük eğlence tesisinin arka bahçesinde zengin düğünleri yapılıyordu. Aç biilaç sızmış uyurken, gece yarısı patlatılan havai fişeklerden korkuyla uyanışın aklımda. Yüzünün karanlıktaki bembeyaz hali… Uzak metastaz.

 “Mide CA.” Teşhisin konulduğu raporu sana hiç göstermedik. Mide cancer. Mide kanseri. Düğünlerde eğlenirken, gülerken onlar, papyonlar, kravatlar, yüzlerce değişik tuvalet modeli, açık büfe yemekler (sen açlıktan tükeniyordun), sınırsız içki, havada uçuşan dolarlar, kim kiminle, kimin kıyafeti en güzeli şekerimler, şirket evlilikleri, finans müdürleri, borsa haberleri, at yarışı zenginleri, yıvışık, iğrenç komedi filmleri ortalığı pisliğe bularken… Havai fişeklerin sesinden korkarak uyanıyordun işte.

Korkuyorduk: Ya ölürsen. Karanlıkta üstünü örterken yüzüne vuran ayışığında yaşayıp yaşamadığını anlamak için sana bakıyorduk. Havai fişekler önce ciuvvvv diye incecik sesler çıkarıyor, yükseliyor ve hemen patlıyordu. Binlerce ışık seli dağılıyordu havaya, dönerek patlayanı, yeşil ışık çıkaranı, aniden dağılıp saçılanı; bin çeşidi vardı, çok görkemliydi. Allah bin türlü belasını versindi hepsinin.

Korkuyorduk. Uzak metastaz. Korkuyorduk. Kanını emen parçalar büyüyordu…

Bulmaca bitti. Çözebileceğin kadarını çözmüştün. Senaryo tamam. Film bitti. Şarkı, gülüş bitti.

Son cumartesi sabahı, telefon çaldı. Hümeyra tekrar çağırdı bizi. Sanayi Mahallesi durağının orada, askeriyenin karşısındaki hastaneye götürecektik seni, mecburen, durumun ağırlaşmıştı. “Galiba gidici…” Suzan Avcı ağlıyordu: Annen; Suzan Avcı oynasın. Ambulansın içindeydin. İçin tıkanmıştı. Acı çekiyordun. Acı çekiyordun. Tekrar etmek yazarken; neyi çoğaltacaksam?

Terminal evre, diyecekti doktorlar. Aklımda otobüs terminalleri… Türkân’a kaçıp giderken, otobüs terminalinde, paran var mı, diye soruşun. Kızın yanında parasız olmaz oğlum, deyişin. “Şu saçlarını tarasaydın ya, ayakkabılarını da boyatmamışsın, erkek adam temiz olur…” Sonra gülüşün. Nedense yine oğlum deyişin; oğlum, nehirlerin denize akmasaydı.

Hayatı yazmak istiyordum. Ölümü yazıyordum. Akşamları işten dönerken metronun camlarında yüzüme bakıyordum. Başkası vardı yüzümde. Büyüyordum. Büyüyordum galiba. Sakalım, saçım. Şiirlerim.

Yollarda doğalgaz çukurları… Ambulansın içinde, başucunda duruyordum. Kız kardeşin ve Hümeyra önde, şoförün yanındaydı. Usta şofördün bilmez miyim? Ne biçim araba kullanıyor bu adamlar, demiştin. Üstelik borunun vücuduna bağlı olduğu yer yara olmuştu. Araba çukurlara girip çıktıkça senin yaran, benim içim acıyordu.

Suzan Avcı, altına hasır koyun gömerken, diyordu. Ölürse. Hasır. Ölüm.

Ölüm, uzak sızı; yokluyordu. Bazen ürperir insan. En yakın arkadaşım herkesin öteki tarafta ağacı olduğunu, yaprak düştükçe ürperdiğimizi söylemişti. Zamansız ürpermelerin sebebi ölüme yaklaşmakmış demek… Son yaprak düşünce ölürmüş insan. Masal güzelliğindeki cümlelerin içinde son yaprağı bekliyorduk.

Bulmaca bitti. Dükkânın kapısı kapandı. Yanında çalışan kalfa, kötü kâğıda, bozuk yazıyla karalamış (İlyas Salman oynasın): “Usta öldü. Cenaze namazı Şişli Camii’nde, öylen namazını mütakip.”

Eski dilde bağırsaklar.

Bilen var mı? Her bulmacada değişik çıktı. Oyun bu değil mi? Tümör artık nefes boruna kadar metastaz yapmıştı. Talat Bulut ile birlikte defin işlemlerine başladık. Devlet dairelerinin bitmez tükenmez sarı merdivenleri…

Tam da o günler. Türkân Şoray ile Galata Mevlevihanesi’ne gezmeye gitmiştik. Tavanda çok güzel şekiller vardı. İki yana açılan kapıyı çekip ortadaki boş alana yürüdüm. Ellerimi gökyüzüne bırakıp sema edecektim, narin. Kafesli pencerelerden Mevlevi dedelerinin mezarları, Arapça yazılar. İşte o Arapça kelimelerden bazıları tabutunu saran yeşil örtüde yazılıydı. Anlamını sordum: Her canlı ölümü tadacak yazıyor, dedi hoca. Sami Hazinses ölmediyse hocayı oynasın, lütfen.

Oksijen veriyorlardı sürekli. Kardiyovasküler kelimesi uçuşuyordu kulaklarımda. Kriz gelecek gidecek, diyordu doktor; artık ne kadar dayanacağını Allah bilir. Koridordaki sarı duvarların dibine çöküp ağlıyorduk. Kara yaz, ömrümün orta yerinden gelip geçiyordu.

Son gününe yaklaşıyorduk.

Pencereden, üstgeçidin altındaki büfe gözüküyordu. Camı açın azıcık çocuklar, dedin. Türkân soruyor: “Su ister misin baba?” On gündür sadece iki yudum su içmiştin. Sadece su. Azıcık ver kızım, dedin. Durdun. Ezan okundu. İyileşeceğim inşallah, dedin ezan okunurken. Âmin, deyip yüzüne sürdükten sonra, zar zor hareket ettirebildiğin ellerini midenin üzerinde dolaştırmaya başladın. Ne yapmak istemiştin? Büyü mü? Ellerin hayatın adaletsiz olduğunu bilirdi. Bana döndün. Başucunda duruyordum. Gel, dedin. Fırladım hemen: “Buyur usta!” “Soda alsana bana, çok canım istedi.” Son konuşmamız…

Fırladım dışarı. Ağlayarak. Koşuyordum. Aldım. Getirdim. Hümeyra içirdi sana sodayı. Türkân: “İyileş de deniz kenarına gidelim yine, olur mu baba…” Ah be kızım, dedin zar zor konuşarak; “nerelere gidecektik, ama olmadı.” Ağlasam mı?

Ölmüştün işte baba. Seni yıkarlarken gördüm en son. Görmedin değil mi? İki zayıf adam, ellerinde sabunlu bezler, taş kesilmiş bedenini yana çevirmişler, sırtını ovuyorlardı. Başka yerde görsem mutlaka hikâyelerini yazmak isterdim. Oysa yüzlerini bile anımsamıyorum şimdi. Sıcaktı. İçerdeki buhar sise dönmüştü. Bitmez tükenmez çağrılar mermer duvarlardan. Ölünce neyi yitiriyordu insan?

Talat dua okuyordu. Yüzünde köpükler vardı baba. Sol gözün açıktı: İrice yeşil. Gözün yanmaz mıydı sabundan? Oraya da su tutsunlar istedim. O göz oğlunu göremeyecek miydi tekrar? Hayatın bitimsiz dirimi… Göğsünü ovmak için sırtüstü yatırdılar. İncecik kalmış bacaklarının yerine iki tahta parçası bağlamışlardı sanki.

Ama sen sol gözün dumanlar içinde bana baktın. Bakmadın mı?

Son hamam, son banyo, son su. Bakışıyorduk. Adamların ellerinde seni yıkamaları için tuttukları süngerler sarı–lacivertti. Yüzünde yırtılmış krepon kâğıtları. Beline doğru baktığımda hastanede bağırsağına bağladıkları boruyu gördüm; kesmemişlerdi. Hâlâ oradaydı.

Boru sesi: Tiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii..!

Kulaklarımda incecik gürüldeyen ses… Boruyu işaret ederek zar zor sordum: Onu çıkartmayacak mısınız? Koca bina yıkılıyor içimde. Hallederiz abi, dediler. Teşekkür edip dışarı çıktım. Adamlardan şişman olanı boruyu yumruğuna sarıp tek hareketle…

Son yazılar geçmeye başlasındı artık. Selvi ağaçları dışarıda. Servi demek istiyorum. Kefenlendin, tabuta koyduk. Namazın kılındı. Çelenk getirenlerin listesini tutan adam para istedi. Tüm paramı verdim. Katlayıp cüzdanıma koyduğum kâğıtta “MERHUM TÜLAY CAYMAZ BEYEFENDİ…” yazıyordu. Cami görevlisi, dosya kâğıdına, sana çelenk gönderenlerin adını yazmış. Böyle kâğıtları sınavdan önce, teneffüs verildiği vakit okul kantininden gidip alırdım. Çocuktum. Mor, kalın çizgileri olurdu da ucu açılmamış küt kalemimle doğru dürüst yazamazdım.

Ayakkabılarım çamur oldu, hatırlıyorum. Mezara indik. Talat, Uğur (küçük oğlun, kardeşim, kendini oynar, yakışıklıdır) ve ben. Kimse oynamak istemedi beni, ne kırılan fincanlar, ne ilk şiir defterim, ne Haydarpaşa vapur iskelesindeki saat, ne güz kestanecileri… Kefene sarıp sarmaladığımız seni, kaldırıp koyduk serdiğimiz hasırın üstüne.

Mezarın üzerini kaplayan taşı kapattık. Kapatırken elini sıkıştırdı Talat. Eve dönerken, arabada; gusülhaneden çıkınca, açık olan sol gözünü kapattığını anlatıyordu. Kapatmış, yeniden açılmış. Yine kapatmış. Tekrar açılmış ama. Kapatmış. İnatla açılmış. Ağlayacakmış. Tutmuş kendini. Açarım büyüğü, demiş içinden. Onur’u da ararım; ustanın hayata doyamadan gidişine ağlarız.

Sen öldün ya baba, seni kim oynasın ölenlerden? Sadri Abi oynasın mı, hani Ben Sana Mecburum’da yok yere hapis yatan, Ofsayt Osman’da mahkemede, hâkimin karşısında ağlayan, selamına yemyeşil güldüğün Turist Ömer oynasın mı? Sadri Alışık oynasın mı?

Kalabalıktı mezarın başı. Adamın biri kürekle toprak atmaya başladı. Havai fişekler patlıyordu beynimde. İşte tam da orada, o anda, mezara toprak atan adamın küreğinin ucuna bir rakı şişesinin kapağı çarptı. Çın… Çınladı ortalık.

Çanakkale’nin ilçesi: Çın

Halbuki Çan olacak. Yanlış çözmüşsün. Mezarın tapusunu bize devreden adamın elindeki, durmaksızın yediği kayısı pestilini hatırlıyorum. Rahmetli de severdi, demiştim.

Düşler, dumanlar içinde kayısı pestilinin sarısına iyice yakın çekim, hastanenin sarı duvarlarına, balkondaki masanın sarı örtüsüne, son yediğin hamburgerin sarı renkli paket kâğıdına, sarı yüzüne…

Sarıların üstüne, siyah yazılar düşmeden önce çekilecek sahnedir:

Seni uğurladık. Tam da Sadri Alışık’ın sevdiği portakal rengi Dodge kamyondayız mesela. Düş rengindeyiz. Eve dönüyor olalım. Sadri Alışık ölmüştür. Torpido gözündeki beyaz zarf. İçinde defin kâğıdını bulayım: Hasta sabah saat 6:50 sularında exodus olmuştur. En altta, imza bölümünde, SON yazıyor olsun. Ağlayayım.

Sabahlar en sevdiğim vakitleriydi dünyanın.

                                                                        2.9.2002
Kavaklı

Not: Beni tanıdıklarımdan hiç kimse oynamak istemedi; mümkünse Uğur Polat oynasın…